18 Aralık 2012 Salı

Rüçhan Çalışkur ile Ropörtaj

Rüçhan ÇALIŞKUR

Türk tiyatrosuna 33 yıldır emek veren ve oynadığı bütün rolleri büyük bir ustalıkla sahneye aktaran çok önemli bir sanatçı Rüçhan Çalışkur. Tiyatroya büyük bir aşkla bağlı olan, şuan Benim için Üzülme adlı dizide ve Yağmur Durduğunda adlı oyunundaki başarılı performansıyla adından söz ettirmeye devam ediyor. Seyircinin nefesini, soluğunu duymayı, seyirciyle karşılıklı olmayı çok seven ve tek isteği halkın tiyatroya ve sanata sahip çıkması olan Rüçhan Çalışkur ile tiyatro, sinema, dizi ve oyunculuk üzerine konuştuk.

Bircan GÜZEL: Tiyatroda önemli bir isimsiniz. Tiyatroyla ilginiz nasıl başladı? Bize bu süreçten bahseder misiniz?
Rüçhan ÇALIŞKUR: Çocukluğumda masallar yazar ve onları arkadaşlarıma oynayarak anlatırdım. Zaten okulda da tiyatro grubu kurmuştum. Kardeşim Cüneyt Çalışkur benden önce Ankara Devlet Konservatuarı’na girmişti. Ben de niye olmasın dedim. Herhalde ondan cesaret almış olmalıyım ki nihayetinde sınavı kazandım. Böylece konservatuar dönemim başladı, kardeşimle beraber yetiştik.

Bircan GÜZEL: 1979 yılında Devlet Tiyatroları kadrosuna girdiniz ve 2003 yılında kadar kamera karşısına geçmediniz. O zamana kadar kamera karşısına geçmemenizin özel bir sebebi var mıydı?
Rüçhan ÇALIŞKUR: Şartlar… O zamanlar bu kadar dizi yoktu. Çok fazla bir ilgim de yoktu. Ben devamlı tiyatro ile  haşır neşirdim. Hayatım tiyatroda geçti diyebilirim. Aslında bunlar hep birer şans meselesi. Zaman içerisinde yapılan seçimlerle ve şansınla ilgili bir durum. Çok sık dublaj yapıyordum. Tiyatro zaten bütün zamanımı alıyordu. Çocuk, evlilik derken fırsat kalmadı o tür şeylere. Daha sonra niye olmasın dedim ve ilk sinema filmim 2005 yılında Yeşim Ustaoğlu’nun yönetmenliğini yaptığı Bulutları Beklerken oldu.

Bircan GÜZEL: Size göre oyunculuk nedir? Oyunculuk adına kendinize örnek aldığınız yurt içinde ve yurt dışında oyuncu var mı?
Rüçhan ÇALIŞKUR: Benim oyunculuk anlayışım; oynarken o kişi olmak, o kişiyi oynamamaktır. O kişi olduğunuz sürece inandırıcı olursunuz. O kişiyi oynarsanız inandırıcı olmazsınız. Ben daima oyunculuğumda o kişi olamaya çalıştım. Oynadığım her karakterde ki çok çeşitli karakterleri oynadım. Hepsinde de o kişi olmaya çalıştım. Bütün genç arkadaşlara da bunu tavsiye edebilirim. Oyunculuk adına kendime örnek aldığım oyuncular var tabi. Mesela; Al Pacino hayran olduğum insanlardan biri, Meryl Streep devamlı takip ettiğim bir oyuncu, Işık Yenersu benim için bir ide oldur. Okuldayken onun oyunlarını defalarca izlerdim. Muhteşem bir insan ve oyuncu benim için. Aslında o kadar çok var ki hepsini şu an sayamıyorum.


Bircan GÜZEL: Usta bir tiyatro, sinema, dizi oyuncusu ve seslendirme sanatçısı olarak önceliğiniz hangisinden yanadır? Hayatınıza hangisi yön verir?
Rüçhan ÇALIŞKUR: Böyle bir ayrım yapılmaz ama ben seyircinin nefesini, soluğunu duymayı ve seyirciyle karşılıklı olmayı çok seviyorum. O yüzden tabi ki tiyatro daha ağır basıyor, hayatıma tiyatro yön veriyor.

Bircan GÜZEL: Rüçhan Çalışkur bir oyuna nasıl hazırlanır?
Rüçhan ÇALIŞKUR:  Öncelikle reji ve metin ile barışmam lazım. Yani metin beni çekmeli, büyüsüne almalı. O büyüyü ben hissetmek zorundayım. O büyüyü hissetmediğim sürece projenin içine giremem, daha doğrusu giremiyorum. Zamanında yaptım ve bana zarar verdiğini, gerilettiğini gördüm. Onun için metin seçimi ve reji benim için çok çok önemli. Sonra oyuncu olarak o olmaya hazırlık aşaması var. Metnin alt metnini, alt alt metnini ve üçüncü gözünü araştırıp o kişi olmanın çabasına giriyorum. Bu da sancılı bir dönem, hakikatten çok sancılı bir dönem. Karakterle ilgili araştırmalar yapıyorum. Kendimden, yaşadıklarımdan, gözlemlerimden yola çıkarak o karaktere hazırlanıyorum.


Bircan GÜZEL: Şimdiye kadar pek çok eserde yer aldınız, değerli ödüllere de sahipsiniz. Bunların içinde sizin kalbinizde en çok yer eden hangi projeler oldu?
Rüçhan ÇALIŞKUR:  Tiyatro da Leenane'in Güzellik Kraliçesi, benim çok sevdiğim oyunlardan biriydi. Şimdi Yağmur Durduğunda çok sevdiğim bir oyun oldu. Sinema olarak açıkçası beni şu ana kadar en çok etkileyen Türkan Saylan’ı oynamak oldu. Türkan Hanımın bende çok ayrı bir yeri vardır. Onu oynamak benim için çok büyük bir onur oldu. Ayrıca onu oynadığım için de çok mutluyum. Sinema seçimlerinde genellikle senaryoya bakıyorum. Senaryo beni çok ilgilendiriyor. Yapılan iş, işin kalitesi nedir? Bu önemli.  Şuana kadar hep seçilmiş, ufakta olsa bir mesajı olan projeleri seçtim. Bu durum diziler içinde geçerli. Çünkü; artık halkımız eskisi gibi değil, daha seçici. Onun için güzel, doğru projelerde yer almak en azından etik olarak benim görevim diye düşünüyorum.


Bircan GÜZEL: Hangi içerikli bir proje gelirse asla hayır demezsiniz?
Rüçhan ÇALIŞKUR:  Ben yaşanmış, gerçek hikayeleri çok seviyorum. Dönem işlerini çok seviyorum. Galiba o beni çok tatmin ediyor. Çünkü; değerli bir takım insanların hayatlarını oynamak riskli olduğu kadar çok da zevkli. Bu tarz projelere hayır demem. Gerçekten sevdiğim ve saygı duyduğum sanatına hayran olduğum bir insanı oynamak benim için çok büyük bir onur olur. Örneğin; Kraliçe Elizabeth, Maria Callas gibi…

Bircan GÜZEL: Zıt kişilikleri, iyileri, kötüleri bir arada yaşama olanağı buluyorsunuz oyunculukla. Oyunculuk sizce bir rehabilitasyon mu?
Rüçhan ÇALIŞKUR: Altından kalkamayacağım her acının karşısında oynadım. Ben inanıyorum ki oyunculuk gerçek bir rehabilitasyon. Sahnede ya da çıkarttığımız rolde yaşadıklarınızın aslında bir nevi boşalımını görürüz. Zaman zaman en ağlayamadığınız kaskatı kesildiğimiz bir noktada oyunculuk size o imkanı sağlar. Oyuncuya içsel yolculuk sağlıyor ki içsel yolculuk çok önemli. O yolculukta çok yıpratıcı oluyor. Zaten yaşam çok yıpratıcı olduğu için galiba bir şeklide kendinizi oyunculukla rehabilite ediyorsunuz.

Bircan GÜZEL: Size ‘Benim İçin Üzülme’ dizisinde oynamalıyım dedirten nedir? Mahsun Kırmızıgül’ün yönetmenliğini nasıl buluyorsunuz?

Rüçhan ÇALIŞKUR: Proje bana geldiğinde çok beğendim. Anne tarafım Artvinli olduğu için Karadeniz benim aşık olduğum ve yabancısı olmadığım bir bölge. Projeye güvendim, metni okuyunca hoşuma gitti ve çok beğendim. Özellikle Mahsun Beyin, Murat Beyin, Onur Beyin, Serkan Birinci’nin projeye nasıl baktığını gördüm ve ben bu projede oynamalıyım dedim. Mahsun Kırmızıgül bana göre çok başarılı. Çok fazla öngörüsü olan ve çok fazla disiplinli ki benim en sevdiğim özelliklerden biridir. Kendini işine adayan ve disiplinli biri bu bağlamda onula örtüştüğüm çok nokta var. İnanılmaz güzel yerler ve öyküler gösterdi bize. Beraber çalışmaktan son derece mutluyum. Ufku çok geniş. Şu da bir gerçek ki bu topraklarda yaşayan birçok insanın hiçbir şeyin farkında olmadan yaşadığını görüyoruz. Demek ki o görmüş ve gördüklerini gösteriyor. Bu ayrı bir yetenek ve bakış açısıdır. Ben iki filmini seyretmiştim. Çok güzel şeyler görüyorum Mahsun Kırmızıgül de demiştim ve çalışmak kısmet oldu. Serkan Birinci de çok değerli bir yönetmen. Seyirciden de olumlu tepki alınca insan çok mutlu oluyor. Demek ki “Biz güzel bir şeyler ortaya çıkardık” deyip mutlu oluyorsunuz. Dizi çekimlerinin bir kısmı Kars Kağızman Çengili köyünde gerçekleşti. Zorluk çektik ama Mahsun’un gücü bize de bulaştı. Oradaki yaşam şartlarını gördüğümde çok ağladığım ve üzüldüğüm anlar oldu. Görmek ve bu kadar da gözü kapalı yaşamamak gerekiyor.


Bircan GÜZEL Yağmur Durduğunda adlı oyunda rol almanızı sağlayan sebep nedir?
Rüçhan ÇALIŞKUR: Yağmur Durduğunda’nın metni elime geçtiği andan itibaren bu projede yer almalıyım dedim. Yönetmen Hakan Çimenser ile ilk kez beraber çalışıyoruz ama metne benim baktığım açıdan yaklaştığı için ortak bir noktada buluşmuş olduk.  İnsanlar kolay şeyleri seyrede seyrede galiba düşünmeyi unuttular. Ben bu oyunla insanların düşünmelerini sağlayacağımızı umut ediyorum. Biraz tembellik etmesinler, düşünsünler istiyorum. Tiyatrolarımızı yok edilmeye ve kapatılmaya çalışılıyor. Alışveriş merkezlerine mecbur bırakıldığımız bir dönemdeyiz ki buna da şükür demeye başladık artık. Bu dönemde halkımıza iyi bir şeyler sunmak bizim görevimiz. Her ne olursa olsun, her ne şarta olursa olsun gerekirse sokaklarda varlığımızı sürdürmeye devam edeceğiz.


Bircan GÜZEL: Bugüne kadar sahne önündeydiniz. Sahne arkasında da olmak gibi bir düşünceniz var mı?
Rüçhan ÇALIŞKUR: Böyle bir projem var. Rahmetli kardeşim Cüneyt Çalışkur’un yazdığı oyunlardan sekiz tanesi şu an Devlet Tiyatrosunda. O oyunlardan birinin yönetmenliğini yapmak istiyorum. Böylece sahne arkasında da yer almak istiyorum.

Bircan GÜZEL: Yaklaşık 33 yıldır sahnedesiniz. Sahnede kalabilmenin sırrı nedir?
Rüçhan ÇALIŞKUR: Sevgi… Hani şu unuttuğumuz sevgi var ya işte o sevgi. Bunun bir izah tarzı ya da anlatım biçimi yok. Sevgi; karşılıksız vermek, sonuna kadar vermektir diye düşünüyorum. Ben de tiyatroya sevgimi sonuna kadar verdiğime inanıyorum. Etrafa baktığınızda birçok şey boş geliyor. Beni, sevgimi ve aşkımı ayakta tutan tiyatro var. Şuanda yapılanlar benim için gerçekten büyük bir acı. Aşkımı sevgimi elimden almaya çalışmaları çok acı. Sanatın önüne kimse geçemez, tarih boyunca bunun örneklerini gördük. Sadece bizi yıpratıyor bu tür politikalar. Ben de ne olurda olsun sonuna kadar ayakta kalmaktan yanayım. Beni sanat besliyor, güçlü kılıyor, ayakta tutuyor. Bir tek dileğim şu; halkımızdan, ülkemizden tek ricam tiyatroya ve sanata sahip çıkın. Halk sanata sahip çıktığı sürece biz hep ayakta kalacağız.

6 Aralık 2012 Perşembe

Bugünün Yazarı

Kürt sorunu açısından gelecek iki yıl çok kritik. Herkes yarına ertelemeden sözünü bugünden söylemeli. Çözeceksek de şimdi, çözmeyip kaosa havale edeceksek de şimdi.”

“Kürtler, hâlâ demokratik cumhuriyette eşit yurttaşlar olarak yönetime katılarak birlikte yaşamayı, Türkiye’ye bir politik program olarak sunuyorlar. Bu çok büyük bir teklif!”

“Türkiye, Kürtlerin bu büyük teklifini kabul etmeli. Kürtlere, yönetime katılma hakkını veren özerk bir sistem kurulmadan, Kürt sorununda nihai çözüm mümkün değil.”

***

NEDEN
GÜLTAN KIŞANAK
Türkiye, açlık grevleriyle içine girdiği korku tünelinden henüz çıkmıştı. Hapishanelerde on bine yakın insanın katıldığı açlık grevleri Öcalan’ın isteğiyle daha yeni bitmişti. Ve, Türkiye biraz rahat bir nefes almıştı ki... Başbakan bu sefer de BDP’lilerle ilgili dokunulmazlık tartışmasını başlattı. Başbakan, dokuzu BDP’li on milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve bu milletvekillerinin mahkemeye gönderilmesi için harekete geçti. Kısacası bu milletvekilleri için cezaevi yolunun önünü açtı. Peki, ne oldu da Başbakan birden bire BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmaya karar verdi? Türkiye’de siyaseti neden böylesine gerdi? Bu karar başka bir sürecin şantajı mı? BDP’li on milletvekili mahkûm olursa bunun siyasi sonuçları ne olacak? Türkiye’nin genel siyasetinde neler yaşanacak? Böyle bir mahkûmiyet hâlinde BDP ne yapacak? Güneydoğu’da Başbakan’ın dokunulmazlıkları kaldırma kararı nasıl karşılandı? PKK’lılarla kucaklaşma nasıl oldu? Orada neler yaşandı? BDP’li milletvekilleri, PKK’lılarla kucaklaştıkları için bir özeleştiri yapıyorlar mı? Kürt sorunu nereye doğru gidiyor? Bir kopuşa doğru mu yol alınıyor? Bütün bu soruları BDP’nin eş genel başkanı Gültan Kışanak’a sorduk, çarpıcı cevaplar aldık.
***

- 2 -

NEŞE DÜZEL: Siz, PKK’lı gerillalarla kucaklaştığınız için çok tepki çektiniz. Bugün bu konuda bir özeleştiri yapıyor musunuz?

GÜLTAN KIŞANAK: Aslında medya tarafsız olsaydı ve orada yaşanan tablonun tamamını verseydi, bugün Türkiye’de kamuoyu, Başbakan’ın itmek istediği yöne doğru sevk edilmeyecekti. Bakın... Benim orada o karşılaşmanın ve selamlaşmanın akabinde söylediğim cümleler var.

Siz ne demiştiniz?

Orada çekim yapan Kanal D muhabirinin kayıtlarında var bu cümleler. İsterse yayınlayabilir. Ben onlarla tokalaşırken, “İnşallah bu sorunu çözeriz. Sizler de artık şehirlerde olursunuz. Sizlerle buralarda değil, şehirlerde görüşürüz” diyen bir kişiyim. Yani bu silahlar bırakılır anlamındaki cümleyi ben o dakikada söyledim. Üstelik karşılaşmanın hemen akabinde bana Kanal D muhabiri “Ne diyorsunuz” diye de sordu.

Soruya ne cevap verdiniz?

“Yaşadığımız bu tablo, Kürt sorununu bir an önce müzakere yoluyla çözmek zorunda olduğumuzu söylüyor bize. Bu işin silahsız bir yolunu bulmak zorundayız” dedim. Bu cevabım da yayınlanmadı. Zaten bu kısımları hiç yayınlamadılar. Sadece görüntü veriyorlar. Onun üzerinden polemik yaratıp kamuoyunda tepki oluşturmaya çalışıyorlar.

Peki, yaptığınızın siyaseten hatalı bir davranış olduğunu düşündünüz mü?

Tabii, siyasi bir tutum değildi. “Bu, siyaseten başka türlü kullanılabilir” diyebilirdik. Daha soğukkanlı ve hesapçı yaklaşabilirdik. Siyaseten böyle düşünüp orada daha kontrollü, hatta samimi olmayan bir şey yaratabilirdik. Ama bunun ortamı yoktu.

Niye ortamı yoktu? Ortam nasıldı?

Medya mensupları bu konuda samimi olsalardı, böyle bir ortamın olmadığını belirtirlerdi. Orada siyasi bir karşılaşmadan çok duygusal bir atmosferin olduğunu ve herkesin o duygusallık içinde hareket ettiğini anlatırlardı. Yüzlerce insan vardı orada. Biz o gün bombalanan köyleri ziyaret ediyorduk. Yolda giderken uzakta kalabalığı gördük ve arabamızdan “kaza oldu” diye indik. Çünkü araçlar durmuştu. Meğer yol kesme varmış. İndiğimizde gördük ki, oradaki sivil halk gerillalarla haşır neşirdi.

Nasıl haşır neşirdi?

Herkes hasbıhal içindeydi. Ben Yüksekova Haber’e o gün de söyledim. “Ben bir anne olarak ürperdim. Zırhlı birlikler on beş dakika mesafedeydiler. Bu dört genç her an ölümle yüz yüzeydiler. Biz siyasetçiler çözüm bulmadığımız için bu gençler ölebilirdi. Bunun duygusallığıyla hareket ettim” dedim.

Bu davranışın bir tepkisi olabileceğini hiç düşünmediniz mi?

O dakikada bunu düşünmek çok mümkün değildi. Çünkü ortada çok insani bir tablo vardı. Bu çocuklar bizim ya!.. Bu çocuklar bu ülkenin evlatları! Hepimizin bu çocuklar! Hiçbiri ölmesin! Üstelik bu sorunu çözmek mümkün

Günün Karikatürü

İstanbul Devlet Tiyatrosu

Yağmur Durduğunda

Oyuncular:
Henry Law: Okday Korunan
Elizabeth Law 1: Rüçhan Çalışkur
Gabrielle York 1: Şebnem Dilligil
Joe Ryan: Ali İpin
Gabrielle York: Levent Güner
Elizabeth Law 2: Ezgi Yentürk
Gabriel Law: Eray Cezayirlioğlu
Gabrielle York 2: Burcu Arslan
Andrew Price: Kemal Doğantan
Şemsiyeliler: Demet Başkaya, Şeyda Pektok, Selda Soylu, Kerem Kurt

Son yılların en başarılı metinlerinden birisi sayılan Andrew Bovell’ın yazdığı Yağmur Durduğunda koca/babanın günahının çocukların ve onlarla ilişkide olan kadınların hayatlarını nasıl mahva sürüklediğini anlatmaktadır. Geçmişten kaçmanın imkansızlığını işleyen oyun, yedi yaşındayken gizemli bir biçimde ortadan kaybolan babasının izini sürmek için Avustralya’ya doğru yola çıkan gencin, babası ve kendi hayatının çakışmasıyla ortaya çıkan sırları gözler önüne serer.


Gezmece: Sinop

Karadeniz’in Hırçınlığına İnat Her Daim Sakin Kalmayı Başarabilen,
Türkiye’nin En Uç Noktası, Diyojen’in Kenti Sinop

Şehrin kalabalığı ve gürültüsünden uzaklaşmak isteyenler için oldukça ideal bir yer olan Sinop, Türkiye’nin en kuzey ucunda denizin içine uzanan bir burun üzerinde kurulmuştur. Adını bir zamanlar konuk ettiği Amazonlar’ın kraliçesi Sinope’den aldığına inanılıyor. 3. yüzyıl filozoflarından Diyojen M.Ö. 412 yılında Sinop’ta doğmuş. Bu yüzden antik kaynaklarda dahi Sinoplu Diyojen adıyla bilinir. Farklı uygarlıkların bıraktığı eserleri bir arada, yan yana görebilmenin mümkün olduğu Sinop’un kültürel zenginliği Karadeniz’in en güzel doğal limanlarından birisine sahip olmasının getirisidir.
Karadeniz’in hırçınlığına inat her daim sakin kalmayı başarabilen, tarih boyunca Sinop’un ticaret merkezi olarak öne çıkmasını sağlayan Sinop Limanı’nın stratejik önemi, her dönem bu limanı ele geçirme tutkusunu da beraberinde getirmiştir. Sinop’u ele geçiren her uygarlık ise kentin farklı noktalarını eserlerle donatmış kaleler, tapınaklar, kiliseler, camiler inşa etmişlerdir.  Sinop’taki kültürel zenginlik o kadar fazla ki aynı eserde dahi birden çok uygarlığın izini görebiliyorsunuz. Bu eserlerden ilk akla gelen ise kuşkusuz 4000 yıllık bir geçmişe sahip farklı uygarlıklara hizmet eden Sinop Kalesi. Kentin ilk kurulduğu yere de işaret eden kalenin duvarlarında Sinop’tan geçen hemen hemen her uygarlığın izlerini fark etmeniz mümkün. Roma, Bizans dönemlerinde asıl işlevi olan savunma görevini yerine getiren kaleye Selçuklular bir iç kale eklemiştir. Osmanlılar Dönemi’nde bir süre tersane olarak kullanılan ve dönemin en güçlü savaş gemilerinin inşa edildiği iç kalesi, 1887 yılında hapishaneye dönüştürülmüştür. Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar hapishane olarak kullanılan kale günümüzde turistik ziyaretler ve kültürel etkinlikler için hizmet vermektedir.
Sinop tarihinin bir özetini çok fazla gezip yorulmadan öğrenmek isterseniz şehir merkezindeki Sinop Müzesi’ni ziyaret etmeniz gerekiyor. Müzede şehir tarihinin M.Ö. 3000’lere uzanan Tunç Çağı’na ait eserlerinden Sinop açıklarında batmış gemilerden çıkartılan amforalara, Osmanlı Dönemi etnografik eserlerinden 19. yüzyıla ait altın yaldızlı ikonalara, lahitlerden heykellere kadar çok geniş bir yelpazede çeşitli eserler sergileniyor. Kentteki Osmanlı sivil mimari mirasını devam ettiren konaklardan birisi olan 19.yüzyıl başlarına ait Aslan Torunlar Evi günümüzde Sinop Etnografya Müzesi olarak hizmet vermektedir. Müze; sergilenen yöreye ait etnografik eserlerin yanında mimarisi, ahşap süslemeleri ve duvar resimleriyle de şehre gelindiğinde mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri.
Modern binaların arasında sıkışmış Balatlar Kilisesi’nin ise Roma Dönemi’ne ait bir hamam binasının üzerine 7.yüzyılda inşa ettirildiği düşünülmektedir. Duvarlarında ve kemerlerin içerisinde yer alan Hz. İsa, Meryem ve Aziz freskoları görülmeye değer. Kilise, kentin Bizans Dönemi’ne ışık tutan ender eserlerinden birisi olması açısından da önemli. Sinop, Bizans’tan sonra Selçuklular tarafından ele geçirilmiş. Sinop’taki Selçuklu eserleri içerisinde en önemlisi 1214 yılında inşa edilen Alaaddin Camisi’dir. Sinop’a yaklaşık olarak 150 yıl boyunca hakimiyet kuran Candaroğulları Dönemi’nde Hatunlar Türbesi, Yeşil Türbe ile Saray Camisi ve Fetih Baba Mescidi inşa edilmiştir. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılan Sinop’ta, Osmanlı mirasını en güzel yansıtan eserlerden Sinop Evleri tarihi sokak dokuları ile birlikte  günümüze gelmeyi başarmış. Türk sivil mimari geleneğini yaşatan bu evler, sit alanı olarak koruma altına alınmış. Sokaklarda dolaşırken bir zaman tünelinde Osmanlı Sinop’una yolculuk yaptığınızı hissedeceksiniz. 1651 tarihli Mehmet Ağa Camisi, Sinop’taki en eski Osmanlı camilerinden. Geç dönem Osmanlı eserlerinden olmakla birlikte ahşap minaresi ile özgün bir nitelik arz ettiğinden görmek isteyebileceğiniz Meydankapı Camisi ile birlikte Sakarya Caddesi üzerinde yer alıyor. Sinop’un en önemli yapılarından bir diğeri de tarihi çok eskilere gitmemesine rağmen Türk tarihi ve kültürü açısından büyük önemi olan Sinop Ortaokulu’dur. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1928 yılındaki harf inkılabını gerçekleştirdiği ve yeni Türk harflerini tanıttığı yer bu okulun bahçesidir. Sinop'u çok sevdiğini belirten Atatürk, bu hislerini "Ne olurdu Sinop'un yarı güzelliği Ankara'da olsa idi" ifadesiyle belirtmiştir.  
Sinop’un 6000 yıllık tarihi boyunca birbirinden farklı uygarlıklara ev sahipliği yapmasının nedenini sadece stratejik önemine ve limana bağlamak doğru olamaz. Topraklarının bereketi, doğasının güzelliğinin de buna bir katkısı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu güzelliğin tümünü keşfetmek içinse birkaç gününüzü ayırmanız yeterli. Gerek dalgaların işlediği kıyılar, gerekse yüzlerce yıllık ağaçların meydana getirdiği sık ormanlar görülmesi gereken yerlerden. Türkiye’nin en kuzey ucu İnceburun’da yer alan Akliman, 1. dereceden doğal sit alanı ve Sinop'a gelen yerli ve yabancı turistlerin en çok görmek istedikleri yerlerin başında gelmektedir. Bozulmamış doğal kıyı yapısı ile millî park niteliğindedir. İnceburun ve çevresi geyik, sülün ve karaca koruma alanıdır.

Karadeniz’in dağlarını tamamıyla kaplayan, yeşilin her tonunu barındıran ormanlara sahip olan Sinop’a çeşitli ulaşım olanakları mevcut. İstanbul’dan deniz yolu ile gidebilirsiniz. Ancak bunun için iki haftada bir kalkan gemiyi yakalamanız gerekiyor. Karadeniz Türkiye’nin en uysal denizlerinden birisi olduğundan kıyı boyunca keyifli bir yolculuk yapmanız mümkün. Sinop’a havayolu ile gelmek isterseniz, Sinop havaalanı kent merkezinden 8 km uzaklıkta. Buradan kent içine dolmuş ve taksilerle ulaşmak mümkün. Otobüs firmaları ise kent merkezinde bulunan otogara kadar ulaşımı sağlamakta.

Sinop’a seyahatinizde şehri dört bir yandan kuşatan kalesinin surlarını gezip, Erfelek Tatlıca Şelaleleri ve çevresindeki manzara eşliğinde piknik yapabilirsiniz. Osmanlı Döneminde şehri denizden gelecek saldırılara karşı koruyan Paşa Tabyalarını görüp, Sinop tarihine ışık tutan Balatlar Kilisesi’nin kalıntılarını da ziyaret edebilirsiniz.

Kentten ayrılmadan önce; tamamen el emeği ile üretilen tekne modellerini, Ayancık ilçesi ve çevresinde ise ketenden yapılan örtüleri, Mahrama ve Durağan bezini, Boyabat, Saraydüzü ve Durağan ilçelerinde dokunan çember, heybe, kilim ve çorapları, bıçak, el yapımı av malzemelerini almayı unutmayın.

Aynı zamanda; Boybat ilçesinin meşhur sırık kebabını, zılbıt böreğini, kaşık çıkartmasını, Sinop'a özgü üzümlü-cevizli nokuldan ve kulak hamurundan (mantı), Tatkat helvasını ve ezmesini tatmadan dönmeyin deriz.






5 Aralık 2012 Çarşamba

Vizyondakiler


Elveda Katya

Yönetmen: Ahmet Sönmez
Senaryo: Nalan Merter Savaş
Oyuncular:  Kadir İnanır, Caner Cindoruk, Rüçhen Çalışkur


Gerçek bir hayat hikayesinden esinlenilerek kaleme alınan yazılan “Elveda Katya”; yetimhanede büyüyen Katya’nın, Yunus isimli Trabzonlu bir denizci olduğunu öğrendiği babasıyla tanışmak için Trabzon’a gidişinin hikayesidir. Yunus Kaptan; Nadya’nın yıllar önce kendisinden hamile kaldığını bilmemektedir ve Katya’yı kabul etmez. Babası, ailesi ve çevre tarafından hiç de hoş karşılanmayan Katya; bilmediği bir dilin konuşulduğu bu yabancı topraklarda tek başına ve her türlü tehlikeye açık bir şekilde zaman geçirir. Yunus’un; tüm Ruslara fahişe gözüyle bakmaya alışmış çevresinde, Katya’yla adı çıkar. Film toplumun önyargılarını, vicdanı, bir kız çocuğunun "baba arayışını" anlatıyor.  Yunus’un karısı ve kızları bu duruma büyük tepki gösterirken; Yunus’un yalancılıkla, para peşinde olmakla suçladığı Katya’ya aile içinden kucak açan tek kişi Yunus’un oğlu Veli olur.



Açlığa Doymak

Yönetmen: Zübeyr Şaşmaz
Senaryo: Mustafa Çevik, Zübeyr Şaşmaz
Oyuncular: Mete Horozoğlu, Ali Sürmeli, Hazar Ergüçlü, Didem Baçlın

Sena başarılı bir tıp fakültesi öğrencisiyken abisinin ani ölümüyle sarsılır ve katıldığı bombalı eylem sonrasında ölüm orucuna başlar... Burcu ise deneyimlediği aşk acısı sonrasında benliğini keşfetmenin ve kendini yeniden yaratmanın peşindedir... Öte yandan çalıştığı gazeteden atılan Eyüp, karısını ve çocuklarını, kısacası hayatını bombalı bir eylemde kaybeden, hayatta hiçbir amacı kalmayan bir adama dönüşür. Birbirlerinden ayrı dünyalarda yaşayıp giden bu üç insanı ortak noktada buluşturan tek nokta ise sıradan yaşamlarının büyük bir işkenceye dönüşmesi olur.




Çalıntı Hayat

Yönetmen: Brian Klugman, Lee Sternthal
Senaryo: Brian Klugman, Lee Sternthal
Oyuncular: Bradley Cooper, Zoe Saldana, Olivia Wilde


Rory Jansen, yayımlanan ilk kitabıyla birlikte beklenmedik bir şekilde edebiyat dünyasında zirveye yerleşen genç bir yazardır. Son derece yaratıcı ve özgün üslubuyla dikkat çeken genç yazar bir anda döneminin en iyi birkaç isminden biri olarak kabul görmeye başlar. Romanı ise dünya çapında tanınan ve eleştirmenlerin dahi büyük bir hayranlıkla karşıladığı bir yapıttır artık. Başarı ve şöhretin tadını çıkaran Ransen'ın çok sevdiği eşi dahil hayatta her şeye sahiptir. Ancak başarının doruklarına çıktığı bir anda ortaya çıkan gizemli, yaşlı bir adam, Jansen'ın romanı üzerine önemli bir iddiada bulunacaktır. Jansen'ın adını dahi bilmediği bu yaşlı adamı görmezden gelmesi mümkün değildir...



Sen Dünyaya Gelmeden

Yönetmen: Sergio Castellitto
Senaryo: Sergio Castellitto
Oyuncular: Penélope Cruz, Emile Hirsch ve Mira Furlan

Gemma ve Diego Saraybosna’da tanışmışlardır. Gemma'nın hayatı Diego’ya aşık olması ile beklenmedik şekilde değişmiştir. Fakat Diego, Bosna savaşı sırasında hayatını kaybeder, Gemma ise başka bir ülkeye savrulur. Savaş bittikten yıllar sonra Gemma oğulunu da yanına alarak Diego'nun öldüğü topraklara geri döner. Geçmişte yaşananları ve Diego'nun izlerini Saraybosna'da arar...



Hobbit: Beklenmedik Yolculuk

Yönetmen: Peter Jackson
Senaryo: Peter Jackson, Fran Walsh, Philippa Boyens, Guillermo del Toro
Oyuncular: Ian McKellen, Martin Freeman, Richard Armitag

Tolkien'in, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin öncül kitabı olarak da görülen Hobbit'ten, üçlemenin yönetmeni Peter Jackson tarafından sinemaya uyarlanan iki filmlik Hobbit macerasının ilk bölümü olan Hobbit: Beklenmedik Yolculuk/The Hobbit: An Unexpected Journey ile bu sefer Bilbo Baggins'in gençliğine gidiyoruz. Bilbo huzurlu Hobbit toprakları olan The Shire'da yaşarken bir gün büyücü Gandalf aniden ortaya çıkar ve baş kahramanımız Bilbo kendisini efsanevi savaşçı Thorin tarafından yönetilen 13 cücelik maceracı bir grupta buluverir. Ejder Smaug’dan Erebor’un kayıp Cüce Krallığı’nı geri almak için çıktıkları bu yolculukta Goblinler, Orklar, öldürücü Warglar, Dev Örümcekler, Şekil Değiştirenler ve Büyücülerle dolu yollardan geçeceklerdir...


F Tipi Film

Yönetmen: Ezel Akay, Barış Pirhasan, Sırrı Süreyya Önder…
Senaryo: Ezel Akay, Barış Pirhasan, Sırrı Süreyya Önder, Reis Çelik, Hüseyin Karabey, İlksen Başarır, Aydın Bulut, Vedat Özdemir, Mehmet İlker Altınay ve Grup Yorum
Oyuncular: Tansu Biçer, Serkan Keskin, Bülent Emrah Parlak

Duruşu ve dinamikleriyle sadece müzik tarihi değil, siyasi tarihimizde de kendine önemli bir yer edinen Grup Yorum tarafından geliştirilen bu proje, binlerce kişinin kurban olduğu bir drama odaklanıyor. F tipi hapishanelerin kapalı kapılarının ardında yaşananları beyazperdeye aktaran film, 10 farklı yönetmenin çektiği 10 kısa filmin uzun metraj şeklinde yeniden kurgulanmasıyla ortaya çıktı.


Aşk

Yönetmen: Michael Haneke
Senaryo: Michael Haneke
Oyuncular: Jean-Louis Trintignant, Emmanuelle Riva, Isabelle Huppert

80'lerinde emekli ve eğitimli iki müzik öğretmeni olan Georges ve Anne'ın ,kendileri gibi müsizyen olan fakat uzakta yaşayan bir kızları vardır. Bir gün Anne bir kriz geçirir ve felç olur. Çift kadının felç geçirmesinin ardından bu durumla başa çıkmaya çalışmaktadır. Şimdi onca yıla yayılmış olan evlilikleri yeniden bağlılık testinden geçmektedir. Usta yönetmen Michael Haneke'nin son filmi olan yapım 2012 Cannes Film Festivali'nden büyük ödülle dönmüştü.


Anna Karenina

Yönetmen: Joe Wright
Senaryo: Tom Stoppard
Oyuncular: Keira Knightley, Jude Law, Aaron Taylor-Johnson
           

1874 yılında genç ve güzel Anna Karenin yaptığı evlilikle St. Petersburg'un yüksek sosyetesi içerisinde çok iyi bir konuma sahiptir. Kocası Karenin Rus siyasetinin de önemli isimlerindendir. Bir gün erkek kardeşi Oblonsky’den eşi Dolly ile arasını düzeltmesini isteyen ve onu Moskova’ya çağıran bir mektup alır. Bu yolculuk esnasında tanıştığı Kontes Vronsky'nin garda kendilerini karşılayan oğlu, genç subay Vronsky ile aralarında bir kıvılcım çakar. Moskova'da karışık aşk üçgenleri arasında düzenlenen büyük bir dans balosunda herkesin bakışları Vronsky ve Anna'nın üzerinde toplanır. Anna, karşı koyamadığı bir aşka doğru sürüklenirken, Vronsky'den kaçıp St. Petersburg’a ve aile yaşantısına dönmesi, ne hakkında çıkan dedikoduları engelleyebilir ne de yüreğinde duyduğu aşkı. Bu arada eşi Karenin, Anna'yı uyarır; halkın gözünde bir skandala yol açmıştır. Ama aşkın seçen kadına karşı Rus halkının iki yüzlülüğü de bu şekilde ortaya çıkacaktır...



Dikkat Ufkunuz Açabilir!!

ARALIK'TA ÖNE ÇIKAN KİTAPLAR:





Anlaşma

Jodi Picoult
Çeviren: Cihat Taşçıoğlu
Sayfa Sayısı: 528

'Söylenecek bir şey kalmamıştı. Kollarını ona dolayan kızın hayatının her evresini gözünün önüne getirebiliyordu; beş yasında daha sarısın, on bir yasında hızla boy atıyor, on üç yasında elleri erkeksi. Mehtap, çekik gözlerinde yansıyarak yuvarlanıyordu gökyüzünde. Kız onun teninin kokusunu içine çekti ve "Seni seviyorum," dedi. Genç adam onu o kadar usulca öptü ki kız bunu hayal ettiğini sandı; gözlerine bakmak için biraz geri çekildi. Ve silah patladı.' Harte ve Gold aileleri on sekiz yıl boyunca yan yana evlerde yasadı. Aile pikniklerinden en mahrem sırlara kadar her şeyi paylaştılar. Çocukları Chris ve Emily'nin yakınlaşması da bu nedenle sürpriz olmadı, hatta arzu edildi. Birbirini neredeyse dogdukları günden beri tanıyan, hiç ayrılmayan liseli iki genç, ailelerinin gurur tablosunda el ele gülümsüyordu; ikisi de başarılı, ikisi de popüler, ikisi de pırıl pırıl. Ama bir gece yarısı çalan telefonla her şey değişti; Emily basından vurulmuştu, Chris olay yerindeki tek kişiydi ve silahta kendisi için de bir kursun olduğunu söylüyordu...  İnsan, aile, dostluk, ask... Siz olsanız ne yapardınız?

Pusudaki Panter

Amos Oz
Çeviren: Elif Ayla
Sayfa Sayısı: 152

Huzursuz bir şehirde büyümeye dair renkli ve dokunaklı bir roman. Çağdaş edebiyatın en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen İsrailli ünlü yazar Amos Oz yeni romanı Pusudaki Panter’de, İngiliz işgali altındaki Kudüs’ü ve bir İngiliz askeriyle dostluk kuran on iki yaşındaki bir çocuğun yeraltı savaşçısı olma düşlerini anlatıyor.

Romanın son derece dokunaklı ve renkli hikâyesi, 1947 yılında, İsrail devletinin kurulmasına birkaç ay kala Kudüs’te geçiyor. İşgal altındaki kentte, İngiliz kuvvetleriyle kurulan her türlü ilişkinin ihanet olarak görüldüğü bir ortamda, tüm olumsuzluklara rağmen gelişen benzersiz bir dostluk, romanın ana eksenini oluşturuyor. İngiliz işgali altında büyümüş olan on iki yaşındaki Profi’nin tek isteği, İngilizlerin, doğup büyüdüğü topraklardan çekilmesidir. Bu amaçla arkadaşlarıyla birlikte İngiliz birliklerini sürekli taciz eder. Böyle bir eylem sırasında Çavuş Dunlop’a yakalanırlar. Dunlop, tutuklamak yerine Profi’yi evine götürüp ailesine teslim eder ve ondan kendisine İbranice öğretmesini ister. Dunlop’un yaklaşımı Profi’yi çok etkiler ve ona İbranice öğretmeyi kabul eder. Bununla birlikte, işgalci bir İngiliz’le yakınlaşmış olmak vicdanını rahatsız etmektedir. Ancak, bir tür savunma mekanizmasıyla kendini kandırma yolunu seçer ve Dunlop’tan askeri bilgiler alabileceğini düşünür. Profi’nin bir İngiliz çavuşla yakınlaştığını fark eden arkadaşları ise, onu hain olarak görüp kendi mahkemelerinde yargılarlar. Dunlop’la yakınlaştıkça ona olan sevgisi artan Profi ile çavuş arasındaki dostluk ise giderek derinleşmektedir.


Gelenek ve Modernlik Arasında

Mustafa Armağan
Sayfa Sayısı: 304

Osmanlı tarihi, yakın tarih, bilim felsefesi, İslâm ve bilim, gelenek ve şehir çalışmalarından tanıdığınız Mustafa Armağan, bu defa gelenek ve modernliği sorgulayan yazılarıyla selamlıyor okurunu. Gelenek ile modernlik uyuşur mu, çatışır mı? Modernlik, geleneği tasfiye mi eder, yoksa yeniden mi üretir? Gelenek modernleşmenin önünde engel midir? Türk modernleşmesinin hatası neydi?  Geleneğe dönmek çözüm müdür? Gelenek ve Modernlik Arasında Tanzimat’tan beri güncel olan bu soruların cevaplarını arıyor. Bilgi sosyolojisinden İspanyol edebiyatına, vahdet-i vücûddan bilim felsefesine, Molla Sadra’dan Izutsu ve Popper’in fikirlerine kadar pek çok alan, kişi ve konuyu kucaklamayı hedefleyen kitap, modernliğin ancak bir gelenek temelinde kurulabileceği iddiasıyla farklılığını belli ediyor. Mustafa Armağan zengin bir birikim, renkli bir düşünce ürünü ve emek mahsulü bir eserle yine karşınızda…



Ahmet Altan


Ünlü bir İtalyan sopranosu, vergi beyannamesini doldururken, “bakmakla yükümlü olduğunuz kişiler” maddesine “La Scala Operası” diye yazmıştı.
Acaba ben de “bakmakla yükümlü olduğum kişiler” sırasına “Recep Tayyip Erdoğan” mı yazmalıyım?
Baksanıza kendisine on beş bin lira ödemeye mahkûm olmuşum.
Anladığım kadarıyla aynı yazıyla ilgili iki dava varmış, bir ceza davası, bir tazminat davası.
Bizim avukatlar, “ceza davasının sonucunu bekleyelim tazminat davası için” demişler ama“yüce yargının” acelesi varmış, “kimseyi beklemeden karar verelim” demişler.
Vermişler kararı.
Bilmem, bir sıkışıklık mı var?
Bir ihtiyaç hâli mevcutsa “elden” göndereyim.
Ama Erdoğan’a “baba” diyen muhafazakâr yazarlarımızı da uyarayım, bundan sonra “babanızın”geliri için bana güvenmeyin, çünkü bu elimdeki son para.
Söyleyin babanıza bir daha yargıçları vasıtasıyla benden para isterse, onu “bakmakla yükümlü olduğum kişiler” listesinden sileceğim.
Gidip Sultanahmet Camii’nin önünde, “bir gazete çıkardık, köye gideceğim, Allah Rızası için bir sadaka” diye dilenip, topladıklarımı ona gönderemem.
Nedense gazetecilerin işsiz ve parasız kaldıklarında yapacakları ilk iş olarak akıllarına gelen “limon satma” işine girsem de sizin masrafları çıkartacak kadar para toplayamam.
Duyduğuma göre son zamanlarda çok müsrif olmuşsunuz.
Ama “babanız” sizi terbiye etmek için benden yararlanabilir, “kötü örnek” olarak size gösterebilir,“bakın evlatlarım, öyle Uludere, işkence, demokrasi falan deyip gerçekleri söylemek isterseniz, sonunuz böyle olur” diyebilir, böylece eğitiminize küçük bir katkım olur benim de. 

Günün Dizisi

Gelecek Nesillere Ne Bırakacağız?

İnsanlar giderek birbirlerine tahammül edemez oldular... Saygısız, agresif, bir dokunsan patlayacak, mutsuz, huzursuz, tedirgin, yüzü gülmeyen, hayattan bıkmış, kaçacak yer arayan somurtkan bir topluma dönüştük. Ne zaman nasıl bu hale geldik ya da getirildik bilemiyorum. Son zamanlarda gözlemlerim maalesef bu yönde. En önemlisi insanlar birbirlerine saygı duymuyor. Hiç çekinmeden yaşına, cinsiyetine bakmadan hakaret edebiliyor. Bugün tanık olduğum bir olay üzdü, düşündürdü, kaygılandırdı beni. Birbirini tanımayan iki kadın toplu taşıma aracından biri iniyor diğeri ise binmek istiyor. İki olay aynı anda gerçekleşiyor. Biri diğerine yol verme nezaketinde bulunmuyor. Çünkü; ikisi de kendince haklı!!!Birlerine ayıracak bir saniyeleri dahi yok. Bir bağır sormayın gitsin. O bir saniye içinde avazı çıktı kadar bağırdı biri ve hakaret etti. Diğeri de aynı sinir ve hırsla karşılık verdi. Ardına bile bakmadan devam ettiler yollarına. hakaret etmek kötü söz söylemek ne kadar sıradan olmuş meğer. Saygıp... Kayı kayıp giden yok olan saygı...Değerlerimizi kaybediyoruz hiç farkına varmadan geçmişimizi geleceğimizi, mirasımızı kendimiz yok ediyoruz. Ne bırakacağız gelecek nesillere....

Günün Yazarı

http://www.taraf.com.tr/ahmet-altan/makale-akp-ve-demokrasi.htm

Mehmet ÇAĞLARER Röportajı


       Mehmet ÇAĞLARER

Kadıköy’de tüm heybetiyle ayakta duran, buram buram tarih kokan bir apartman dairesinden içeri giriyoruz. Sıcacık ve içten gülümsemesiyle karşılıyor bizi Mehmet Çağlarer. Fotoğraf sanatçısı olmasının yanında, gönlü güzel bir insan… Derdini fotoğrafla anlatan, sanata ve sanatçıya saygısından ötürü birçok insanın giremediği sahne arkasına, sanatçının özeline girmeyi başaran Mehmet Çağlarer ile samimi bir röportaj yaptık.



 Bircan GÜZEL: 5 yaşındayken fotoğraf makineniz oldu. İlkokuldayken karanlık odanızı kurdunuz, filmleri banyo ettirdiniz. Ve şuan yurt içinde ve yurt dışında 50’nin üzerinde serginiz oldu Bize bu süreçten kısaca bahseder misiniz? 

Mehmet ÇAĞLARER: 5 yaşındayken tesadüfen birkaç fotoğraf çektim ve iyi çıkmıştı. Dayım da fotoğrafçılığa çok meraklıydı, bana fotoğraf makinesi o hediye etti. O günden beri fotoğraf makinesi elimden düşmüyor. İlkokuldayken bir karanlık oda kurdum. Evlerde o dönemde tuvaletler, alaturka ve alafranga olarak ayrılıyordu. Ben alaturka tuvaleti kapattım. Bir tane tahta kutunun üzerine buzul cam koyup, kimyasalları alıp filmleri banyo ettirmeye başladım. Ortaokul yıllarında, daha iyi bir fotoğraf makinesini babam hediye etti. Okulda arkadaşlarımın fotoğraflarını çekmeye başladım. Mahallede bir fotoğrafçı dükkanı vardı. Fotoğrafları büyük bastırmak için oraya gidiyordum sürekli. Adam, “En son gel işi öğren kendin basmaya başla” dedi. Böylece gerçek karanlık odayı öğrenmeye başladım. O zamanlar fotoğraftan beklenen ilk şey; net ve düzgün çıkmasıydı. Bir süre sonra gazete ve dergilerde birtakım fotoğraflar dikkatimi çekti. Nasıl ki herkes yazı yazar da bir gün şiirle karşılaşır bu da yazı benimki de yazı ama arada çok fark var der. Bende fotoğraf çekiyordum ama gördüğüm fotoğraflar farklıydı.  Bu durumu far ettikten sonra ben ne yapabilirim? dedim. Sanatla ilk tanışmam böyle oludu. Sonra, İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) ‘a gitmeye başladım. Orada ilk ustam diyebileceğim İsa Çelik ile tanıştım. Onun stüdyosuna gide gele, başını şişire şişire çok şey öğrendim. Arkadaşlarımla beraber karma sergi açtım. Ardından, İFSAK’ın yarışmalarına katıldım. Sonra, kendi başıma fotoğraflar sergilemeye başladım. 13 yıl kadar yurt dışında yaşadım. Yurtdışında, çok fazla seyahat etme ve fotoğraf çekme imkanı buldum. Çektiğim fotoğraflarla da yurt dışında sergi açtım. Türkiye’ye döndükten sonra bir gazete de çalıştım. Gazeteden ayrıldıktan sonra tamamen profesyonel olarak fotoğrafla ilgilenmek istedim. Kararım kesindi, fotoğrafçılık yapacaktım. Fotoğrafın içinde çok dallar var. Yıllar içinde bakışım, tekniğim, tercihlerim oturmuştu. Ama nasıl bir fotoğrafçılık yapacağım? Ne fotoğrafçılığı yapacağım? Ben ürün fotoğrafı çekmekten pek hoşlanmıyorum, manzara fotoğrafı hiç çekemem. Sanat dünyasının hayatı, sahne fotoğrafı ve sahne arkası benim hep merak ettiğim bir şeydi. Bu merakla o dönemde sahne ve sahne arkası fotoğrafları süreci başladı.


Bircan GÜZEL: Fotoğrafçı olmaya ne zaman karar verdiniz?

Mehmet ÇAĞLARER: Ben, İstanbul Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Bölümü mezunuyum. Hayatım boyunca hem mühendis olmak hem de sanat yapmak istedim. Fakat, 1999 yılından itibaren yalnızca fotoğrafçılık yapıyorum.

Bircan GÜZEL:  Fotoğrafı nasıl tanımlarsınız? Sizin fotoğraftaki tarzınız nedir?

Mehmet ÇAĞLARER: Fotoğrafta diğer sanat dalları gibi içinde çok farklı ekoller, tarzlar, tavırlar bulunduran bir sanat dalı. Ben kendi tarifimi kendi bakışımla yapabilirim. Bazı fotoğrafçılar, kolaj yapar bazıları photoshopla oynamayı sever. Onların tarifi başkadır. Fotoğrafın tanımı sanatın tanımıyla çok örtüşür. O işi yapan kişinin bir derdi olması ve o derdi anlatmaya çalışması lazım. Bunu isterse kurgulayarak yapar isterse de sokakta o anın peşsinde koşarak. Onu yakalamaya çalışır, genelde bu çok kolay zannedilir. Bir meseleye kafayı taktıysanız, onun peşinden gitmeniz lazım. Mesela ben, aşk hallerine kafamı takmıştım bir ara. Sokakta sizi etkileyen bir an gördüğünüzde sizin onu görmeye hazır olmanız lazım. Sokakta bir sürü insan geçiyor kimse o anı fark etmiyor. Sizin onu görmeniz, algılamanız lazım. Onu algıladığınızda, makinenizin de her şeyiyle hazır olması gerekir. Hay Allah! Çektim ama netlik yapmadım ya da ışık ayarı yapmayı unuttum, heyecandan kadrajı ayarlamadım dediğiniz an o fotoğraf çöp olmuştur. Benim tarzımda bir anlamda beni etkileyen anları estetik biçimde aktarmaya çalışmaktır fotoğraf. Başka bir çalışma alanım da porte fotoğrafçılığıdır. Portresini yaptığım insanı, daha güzel daha yakışıklı, daha çekici ya da hoş göstermek değil. O insan bende ne uyandırıyor, o insanı tanıdığım kadarıyla anlatabilmektir.


Bircan GÜZEL: Fotoğrafçılık üzerine bir eğitim aldınız mı?

Mehmet ÇAĞLARER: Bizim zamanımızda fotoğrafçılık üzerine eğitim veren bir okul yoktu. Biz sürekli yabancı dergiler alırdık. Çok pahalıydı bizde bitpazarına gider derginin eski sayılarını alıp fotoğraf bakardık. Dünya çapındaki ustaların röportajlarını okurduk. Açılan hiçbir seriyi kaçırmazdık. Serileri de çok dikkatli bir şekilde izlerdik.  Bir şeyler öğrenmek zevk almak isterdik. Şimdi üniversitelerin fotoğrafçılık bölümündeki müfredata bakıyorum, bizim dönemimizde öğrendiklerimizin çok azını öğretiyorlar. Dört yıllık öğrenim süresi içinde insan çok fazla şeyler öğretmelerini bekliyor. Şimdi öğrencileri daha çok stüdyo, ürün ve piyasa fotoğrafçılığına hazırlıyorlar.


Bircan GÜZEL: Ne tür fotoğraf çekmekten hoşlanıyorsunuz?

Mehmet ÇAĞLARER: Genelde her şeyi çekmekten hoşlanıyorum, yeter ki içinde insana dair bir şey olsun, eğer insan dair bir şey yoksa kedi olsun. Kediler çok muhteşem canlılar, çok ifadeleri var. İnsan, insana dair haller ve kedileri çekmeyi seviyorum.



Bircan GÜZEL: Ağırlıklı olarak fotoğraflarınız siyah beyaz çalışmalardan oluşuyor. Bu durumun özel bir sebebi var mı?

Mehmet ÇAĞLARER: Biz ilk başlarda bir anlamda siyah beyaz çekmeye mecburduk. Fotoğrafçılıkta, fotoğrafı çekmek kadar fotoğrafın bakısı ve ortaya çıkan görüntüsü de önemli. O dönemlerde renkli çektiğimiz zaman bir yere baskıya veriyorduk,  bazen fotoğraf geldiğinde tanıyamıyorduk, benim renklerim ve tonlarım bunlar değildi dediğimiz oluyordu. Benim kuşağım uzun süre siyah beyazdan gitti. Kendi karanlık odamızda istediğimiz gibi fotoğrafı tonlandırıp, basıyorduk. Fakat, bu böyle olmasaydı da yine siyah beyazı çok severdim. Şimdi imkanlar değişti istediğiniz sonuca varabiliyorsunuz. Siyah beyazın dramatik etkisi daha fazladır. Bazıları siyah beyazı daha kolay zanneder dramatik etkisinden ötürü. ‘Ben siyah beyaz çekeyim bakan etkilenir’ böyle bir şey yok. Kötüsü çok kötü oluyor, çamur gibi oluyor. Siyahla beyaz arasındaki yedi ara tonla bir hikaye anlatabilmek yapan için zordur ama sonuç dramatiktir. Siyah beyazın bir güzel yanı da izleyene o renkleri bilinç altında tamamlama imkanı vermesi ve zihinsel özgürlük sağlamasıdır. Yani düşündürür,  dolayısıyla değerlidir. 




Bircan GÜZEL:  Sahne arkasını fotoğraflarken herhangi bir zorluk yaşadınız mı?

Mehmet ÇAĞLARER: Sançtılar özel insanlardır. Onların başka dünyanın insanları olduğunu düşünürüm. Kuliste, prova sırasında elinde fotoğraf makinesiyle birini gördüklerinde, o kişi paparazzi midir, onun dünyasında birisi midir, niye çekiyor, amacı ne? Hemen anlarlar. Benim niyetimin paparazzi olmadığını zaten biliyorlardı. Sahne arkasında çektiğim fotoğrafların profesyonel yanı var. Ben oraya o işi yapmak için gittim, bunu biliyorlardı. Böyle bir şey Türkiye’de hiç yapılmadı,  ben böyle bir çalışma yapmak istedim. Şansım da yaver gidince, birden kendimi sanatçıların kulislerinde onların bilgileri dahilinde fotoğraflayan kişi oldum. Şimdi bunu yapmaya çalışan arkadaşlarım da var. Onlar hoyrat davranıp izinsiz giriyorlar o dünyaya ve hoş olmuyor. Önce onlarla tanışıp konuşacaksınız, derdinizi anlatacaksınız. Bir anlamda onların yatak odasına giriyorsunuz, saygı göstereceksiniz. Benim şahit olduğum, çekebileceğim çekersem de çok sansasyon yaratacak pek çok an oldu. Ben onların çoğunda, olur da kendimi tutamayıp çekerim duygusunu önlemek için makinemi çantama koyardım. İnsanlar bana özelini açmış, onlara ihanet edemezdim. Bu düşüncelerle hareket ettiğim için bir sıkıntı yaşamadım.



Bircan GÜZEL: Sanatçıların hayatı farklı görüp, farklı anlamlar kattıklarını söylüyorsunuz o fark nedir?

Mehmet ÇAĞLARER: Sanatçılığın doğuştan geldiğine inanıyorum. Sançtılar da, yaratıcılık, duygu ve sezgi kısmı daha kuvvetli ve baskın oluyor. Ortaya bir şey çıkarmak, insanlar ithaf etmek ve karşılığında bir alkış bekliyorlar. Benim tanıdığım ve sançtı diyebileceğim kişilerin hemen hemen hepsinin, insanlara bir şeylerin başka türlü olacağını göstermek gibi bir amaçları var. Hayata, dünyaya, ilişkilere dair hepsinin bir derdi var ve insanları heyecanlandırmak istiyorlar. Sanat eserinin en öneli kriteri budur bence. Şarkı dinlerken heyecanlanıyorsanız, duygulanıyorsanız o sizin için bir sanat eseridir. Bir fotoğrafa baktığınızda düşünüyorsanız, aklınıza bir soru takılıyorsa ya da gülümsüyorsanız o sanat eseridir. Sançtı da bunu yapamaya çalışan kişidir.



Bircan GÜZEL: “Başarılı bir sahne fotoğrafçısının her şeyden önce başarılı bir fotoğrafçı olması gerekir.  Bunun tek yolu da sokaklardan gelmek; iyi bir sokak yani ’an’ fotoğrafçısı olmaktır” demişsiniz. Sokaklardan gelmenin fotoğrafa katkısı nedir?

Mehmet ÇAĞLARER: Sokak fotoğrafçılığı insanın reflekslerini kuvvetlendirir. Sanatçı yalnızca konun peşinden sokağa çıkmıştır ama nerden ne zaman ne gelecek onu bilmediği için sürekli gözleri dört döner, makinesi, refleksleri hazırdır. O anı gördüğünde, en iyi ışık ve kadrajla çekmeye çalışır. Bu şartlarda vücudunu, beynini, gözünü vs. eğiten kişi, sahne fotoğrafçılığında da, bir sahneden sonra hangi sahnenin gelebileceğini anlar. Mesela, hareketin akışını takip ederek bir adım sonra dansçılar havaya sıçrayacak ben bunu yakalamalıyım diyebilir. Ama, sokak fotoğrafçılığı tecrübeniz yoksa bunu diyemezsiniz. Ya da bir müzisyenin şarkı söylerken bir mimiğini yakalarsınız, bunu şarkının şu bölümünde bir daha yapacak deyip o ana hazırlanıp çekersiniz. Sokak fotoğrafçısı değilseniz işiniz biraz zor. Genelde durağan, standart türden fotoğraflar çıkarırsınız ortaya.



Bircan GÜZEL: Fotoğraf seçiminizdeki kriterleriniz nelerdir?

Mehmet ÇAĞLARER: Bir konu üzerine bir sergi hazırladığımda mesela,  Son On Dakika diye bir sergim vardı. Bu sergiyi ben yaklaşık yedi yıllık bir çalışmamın sonucunda ortaya çıkardım. Yedi yılda her halde beş bine yakın fotoğraf çıkmıştır ortaya. Bu fotoğraflar arasında seçim yapmak kolay değil tabi bu noktada kriterim şu: Her bir fotoğrafın hem tek başına bir anlamı olsun hem de o fotoğrafı size gösterdiğimde beğenin isterim. Aynı zamanda da o serginin bütün fotoğrafları bir araya geldiğinde ortaya bir hikaye çıksın istiyorum. Fotoğraflar, farklı kişiler, yerler, zamanlarda çekilmiş olsa da bir araya geldiklerinde bir hikaye oluşturabilecek şekilde seçmeye özen gösteriyorum.

Bircan GÜZEL: Fotoğraflarınızda anlatmak istediğiniz bir konu, vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Mehmet ÇAĞLARER: Beni ilgilendiren, çeken konular üzerine yoğunlaşıyorum ya da birden insanın aklına bir şeyi dert etmek geliyor, onu fotoğraf aracılığıyla anlatmaya çalışıyorum Aşk halleri, insan halleri, gece halleri, sahne arkası benim iğlimi çekiyor. Kediler ve çocuklarla ilgili bir çalışmam da olmuştu. Sokak halleri diye bir çalışma yapıyorum şu an. Eski ve yani İstanbul’u anlatan, İstanbul halleri diye bir çalışma yapmak istiyorum.


Bircan GÜZEL:  Sokaklar sizin için önemli. Neden?

Mehmet ÇAĞLARER: Sokaklar benim için çok önemli. Çünkü; hayat orada.



Bircan GÜZEL: Hey Gidi Sokaklar adlı fotoğraf sergisi için sokakları gözlemlediniz ve “o eski inançlı, keskin ifadeler kalmamıştı yüzlerde. Mitingler çok 'terbiyeli, renkli, legal ve eğlenceli' olmuştu artık; sanki 'party' yerleriydi” demişsiniz. Sokaklardan beklediniz neydi, gözlemlemiş olduğunuz ‘değişimin’ sebebi nedir sizce?

Mehmet ÇAĞLARER: Hey gidi sokaklardan kastım 12 Eylül darbesinden önceki dönemde sokak olayları, gösteriler, korsan mitingler, cenaze törenleriydi.  12 Eylül ve sonrasında yapılan eylemleri, gösterileri fotoğraflıyordum. Sokaklara bakınca hey gidi sokalar diyor insan, biz bu sokaklarda neler yapardık, şimdi neler oluyor ne hale geldi? Yine miting yapılıyor peki ardaki far nedir? Şimdi de mitingleri izliyorum ama o heyecan, o coşku yok. Bunu en büyük etkisi bence darbe süreciydi, yaşanan dönemle alakalı bir durumdu. Hangi görüşten olursa olsun, inanan ve inandığını savunan insanlar var ama zannediyorum yaptıklarından bir sonuç alabileceklerine artık inanmıyorlar. O dönemlerde inanılırdı, değişimin sebebi de bu bence.



Bircan GÜZEL: Sizin ilgi alanınızın daha çok sahne arkası, kuliste yaşananlar, gösteri sanatları ve sanatçıları. “O perdenin arkasında neler olduğunu merak ettim” demişsiniz. O merakınızın sebebi neydi?

Mehmet ÇAĞLARER: Küçüklükten beri sebebini bilmediğim bir merak vardı zaten. Ailemle tiyatroya,  konsere gittiğimizde perdenin arkasından insanlar çıkıp bir şeyler yapıyorlar nerden geliyorlar, sonra nereye gidiyorlar, biz onları görmeden önce onlar arkada ne yapıyordu, bunları hep merak ettim. Nasıl bir yol çizmeliyim derken, o merakın soncunda kendimi kuliste buldum.





Bircan GÜZEL:  Fotoğrafı fotoğraf yapan unsur nedir? Ben fotoğrafçıyım, diyen kişinin taşıması gereken özellikler nedir sizce?

Mehmet ÇAĞLARER: Fotoğraf diye gösterilen bir şey için bu fotoğraf ya da değil diyebilirim ama bu göreceli bir durumdur. Aynı makine ve markayla biri çeker o fotoğraf olur başkası çeker fotoğraf olmaz. Bunun belli bir matematiği yok. Fotoğraf sanatçısının taşıması gereken en belirgin özellikler; fotoğrafı sevecek, yirmi dört saat fotoğraf düşünecek, gözleri rahat durmayacak, etrafı izleyecek bir şeyler yakalamaya çalışacak, her gördüğü durumdan bir kompozisyon oluşturmaya çalışacak, teknik konuları zaten halletmiş olacak. Çok film izleyecek, okuyacak, beynini dolduracak ve en önemlisi bir şeyleri dert edebilecek yüreği olacak. O yürek olmadı mı ürün fotoğrafçısı olur ve orada kalır.



Bircan GÜZEL: "Profesyonellik, kişinin icra ettiği mesleği en iyi şekilde yapmasıdır. Ancak sanat bir meslek değildir. Sanatta profesyonellik yerine "ustalık" demek daha uygundur" demişsiniz. Sanatı bir meslek olarak görmemenizin sebebi nedir?

Mehmet ÇAĞLARER: Fotoğrafla, para kazanıp hayatınızı sürdürebilirsiniz ama bu durum onu diğer mesleklerle aynı kategoriye sokmaz. Çünkü; sanatçının içine bir kurt düşmüşse o parayı kazanmasa da onu yapar. Arada ki fark bu bence. Bu bütün sançtılar için geçerli. Eğer büyük bir zevk ve emekle sanatla uğraşıyorsanız bir de para kazanıyorsanız ne mutlu size. Bir mesleği olan kişi, yalnızca hayatını daha iyi koşullarda sürdürmek için o mesleği seçmiştir. Ama sanatta başka bir şey var hiçbir sanatçı sanatla tanıştığı ilk günden itibaren çok para kazanmalıyım demez. Sanatçı zamanla para kazanır ama amacı para kazanmak değildir.


Bircan GÜZEL:  “Keşke orada olsaydım ve fotoğraflasaydım.” değiniz zamanlar oldu mu?

Mehmet ÇAĞLARER: Rock müziğinin bütün efsane isimlerinin bulunduğu, bir yandan müzik yapan bir yandan da dünyayı değiştirmeye çalışan, almış sekiz kuşağının yer aldığı Woodstock festivalini fotoğraflamayı çok isterdim. Bir yazar, Yavuz Sultan Selim hakkında yazı yazabilir, bir ressam Sezar’ın kendince portresini yapabilir. Fotoğrafçının böyle bir şansı yok. Mustafa Kemal Atatürk’ü, Adolf Hitler’i, Mussolini’yi, Aynştayn’ı, Fatih Sulatan Mehmet’i fotoğraflamayı çok isterdim. Hitler ve Musolini içinde sevgisizlik ve öfke olan iki insan, onları fotoğraflamak ilginç olurdu. Onları nasıl çekerdim, nasıl bir poz verdirirdim, nasıl bir ifade yakalardım bunları görmeyi çok isterdim.


Bircan GÜZEL: Doğallığa önem verdiğiniz için mi sanatçıların heyecanlarını, streslerini, panik anlarını,   “Son On Dakika” adlı serginizle ölümsüzleştirdiniz?
Mehmet ÇAĞLARER: Doğallığa ve sadeliğe çok önem veriyorum. Ben bu işi sanat olarak algılamaya başladığım dönemden beri çalışmalarımı en sade ve yalın bir şekilde sunmaya çalıştım. Son On Dakika çalışmasını yapmamın bir nedeni de izleyiciye;  alkışladığın, izlediğin, bazen burun kıvırıp beğenmediğin gösterinin ardında çok emek ve çalışma var demekti.

Bircan GÜZEL: Türkiye’de 60’a yakın Güzel Sanatlar Fakültesi var. Fakülteden mezun olanlar arasında fotoğrafçılık alanında kendini ispatlamış kişi sayısı sınırlı durumda. Sizce, fotoğraf sanatçısı olmak yetenek işi midir? Öğretilen bir şey midir?
Mehmet ÇAĞLARER: Picasso; “Sanat bir yetenek artı doksan dokuz çalışma eşittir yüz sanat eder” diyor. Ama o bir yetenek olmazsa olmaz. Ne kadar çalışırsan çalış ki bu sanatın bütün dalları içinde geçerli. Yetenek olacak o yetenekle birlikte yürek olacak. Duyarlı, antenleri açık, dışardan bir şeyler alan, aldığını tekrar kenedince objektifinden geçirip başka bir şeyler katarak insanlara sunmak gerekir. Bunun okullarda çok kolay öğretilebileceğini zannetmiyorum. Görüyorum ben okullardan mezun olanları, okula karşı olduğumdan değil ama genelde teknik öğretiliyor. Böyle olunca ortaya aynı şeyler çıkıyor. Sançtılar arasında bir laf vardır, ‘hoca bozar’ diye. Hoca kendisi gibi kalıplandırmaya çalışıyor. Halbuki, sanat insanın en özgür olduğu alan olmalı. Yeteneğin yanında teknik eğitim de alınmalı. Teknik eğitimi ister kendi kendine öğrenir isterse de okulda öğrenir. Ben öğrencilerin yeterince çalıştıklarını da düşünmüyorum. Üniversitelerin, sanata bir katkıda bulunmak ya da sanatçı yetiştirmek gibi bir amacı yok. Onlar piyasaya fotoğraf operatörü yetiştirmek istiyorlar.

Canan TAN Röportajı


            Canan TAN Röportajı 


Yazın hayatına mizah öyküleri ve çocuk edebiyatı dalında eserler vererek giren, okurlarıyla ortak ve büyülü bir dil yaratıp,  kitapları aracılığıyla o dili konuşan, okuyucuların roman kahramanlarında kendilerinden bir şeyler bulduğu, sevilen ve her yaştan kadının ve erkeğin okuduğu eserler veren, onların yürekleriyle buluşmayı başaran, ‘yazmak özgürlük demektir’ diyen Cana Tan’la okumaya değen bir söyleşi yaptık.

Bircan GÜZEL: Mizah öykülerinden, klasik öykü türüne, çocuk kitaplarından, romana, oradan şiire uzanan geniş bir yelpazeniz var. Bu yelpazeyi bu kadar geniş tutup okunan eserler vermenizin sırrı nedir? Kendinizi en yakın hissettiğiniz ve en özgür olduğunuz tür hangisi?

Canan TAN: Değişik türde eser veren tek yazar ben değilim. Hem şiir, hem öykü, hem de roman yazan pek çok yazarımız var. Ancak işin içine mizah ve çocuk edebiyatı da girince yelpazeyi biraz fazlaca genişletmiş oluyoruz. Sır diye bir şey yok. Değişen duygu durumları ve zihinsel birikimler farklı türlere yöneltiyor beni. Bu türler arasında keskin ayrımlar yapamam. O an hangi kitap üzerine yoğunlaşmışsam kendime en yakın hissettiğim odur.  Yazmak özgürlük demektir zaten. Kendinizi özgür hissetmeden tek satır yazamazsınız. Yazsanız da doğal olmaz, bir yanıyla okura yansır yapaylık.


Bircan GÜZEL: Genelde aşk konulu romanlar yazıyorsunuz. İkili ilişkiler ve genç karakterler üzerinde yoğunlaşıyorsunuz. Onlar üzerine yoğunlaşmanızın özel bir sebebi var mı?

Canan TAN: Genellikle aşk romanı yazdığımı varsayanlar yanılıyorlar. Bir yazarın bir ya da iki kitabı okunarak bu tür genellemeler yapılmamalı. Romanlarım arasında bir tek salt aşk romanı var: Yüreğim Seni Çok Sevdi. Gerçekten çok sevilen ve her yaştan kadının ve erkeğin okuduğu, şiirlerle örülü, tam bir aşk romanı. Yıllardır çok okunan kitaplar listesinden inmiyor.
Diğerlerinde de aşk var tabii. Ama başrolde değil. Ana konunun yanında önemli bir motif olarak. Örneğin Piraye Güneydoğu’da geçen bir töre romanıdır. Eroinle Dans Türkiye’de madde bağımlılığı hakkında yazılmış ilk ve tek romandır. (Günce tarzında, bizzat kullanıcı tarafından yazılmış kitapları edebiyat kulvarında değerlendirmiyoruz.) En Son Yürekler Ölür ise gene bir ilk. O da Türkiye’de organ nakli konusunda yazılmış ilk ve tek roman. İz, bambaşka bir konu ve anlatıma sahip. Aşk, yok denecek kadar az. Sızılı bir baba kız öyküsünü işliyor. Psikolojik gerilim, polisiye tadı var diyor okuyanlar. Ve son romanım Issız Erkekler Korosu, toplum içinde ezilmiş erkeklerin öykülerinden oluşan farklı türde bir kitap. Öykülerimde ise her yaştan bin bir ayrı karakter ve onların hayatları var. Kalemim aracılığıyla, yalnız ikili ilişkileri değil, yaşam ve toplum içindeki duruşlarını da sergiliyorlar


Bircan GÜZEL: Benim için milat sayılabilecek ilk romanım: Piraye demişsiniz. Piraye’yi sizin için milat yapan nedir?  


 Canan TAN: Yazın hayatımın ilk yılında mizah öyküleri ve çocuk edebiyatı dalında eserler vermiştim. İlk klasik öykü kitabım olan Çikolata Kaplı Hüzünler, 2002’de çıktı. Piraye’nin doğum yılı: 2003. İlk romanımdı ve çok ilgi gördü. Daha birinci ayında ikinci baskıya girince farklı bir şeyler olacağını hissettim. Evet, Piraye gerçek bir milâttır benim için. Daha sonra çıkan kitaplarımın ve benim yolumu açmıştır çünkü. Geniş okur kitleleriyle kucaklaşmamı sağlamıştır.





Bircan GÜZEL: Eroinle Dans adlı kitabınız için tıbbi yönden nasıl bir araştırma yaptınız? Eroin ya da diğer maddeleri kullanan ya da kullanıp bırakan kişilerle görüştünüz mü?

Canan TAN: Madde konusunda, eczacılıktan gelen bir bilgi birikimim zaten vardı. Ancak inceleme ve araştırma konularında son derece titiz davranırım. Eroinle Dans’ın, yalnız inceleme süresi iki yılı buldu. Psikiyatrlardan, Amatem’den, konuyla ilgili uzmanlardan bilgi aldım, çok sayıda yerli ve yabancı kitap okudum. Hikâyemi o bilgilerin üzerine, kurgulayarak inşa ettim. Bağımlı ve kullanıcı olanlarla daha sonra tanıştığımı itiraf etmeliyim. Ancak, “Sizin damarlarınızda da eroin gezdi mi?”, “Siz de Amatem’de mi tedavi gördünüz?”, “Bizim mekânlarda mutlaka bulunmuşsunuzdur, çok iyi anlatmışsınız oraları, ” diyenler çok oldu.

Bircan GÜZEL: En Son Yürekler Ölür’de, organ naklini konu almışsınız. Organ nakli üzerine nasıl bir çalışma yaptınız?           

Canan TAN: Bu kitapta da, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden yardım aldım. Organ koordinatörleri, çok sayıda nakil ameliyatı yapmış uzman doktorlarla ve öğretim üyeleriyle uzun görüşmelerimiz oldu. Ayağımda galoş, üzerimde steril önlüklerle yoğun bakım ünitelerinde yatan, bu dünyayla öbür dünya arasında sıkışıp kalmış, Araf’taki hastaların yanına girdim. O duyguları başka türlü yansıtamazdım.
           
Bircan GÜZEL: “Gözlemlerim o ki, bağımlı olmak için kopuk ailelerden gelmek gerekmiyor. Genetik yatkınlığa inanıyorum” demişsiniz. Bu kanıya nasıl vardınız?

Canan TAN: Bu yalnız bana ait bir sav değil. Genetik bilimi zirveleri zorluyor. Çok ilgimi çeken bir konu, elimden geldiğince gelişmeleri takip etmeye çalışıyorum. Uzmanlarca yapılan gözlemler, sigara içmeyi bile genetik yatkınlığa bağlıyor. Sigaranın, kullanıcılardan bazılarında kanser yaparken, diğer bir grupta kansere rastlanmaması da genetikle açıklanıyor. Toplumsal baskıyla değil de kişisel hoşlanmama nedeniyle ağzına içki koymayan kişilerle alkolikler arasındaki fark da kromozomlarımızda, genlerimizde yatıyor. Madde bağımlılığı da...

Bircan GÜZEL: Eczacı olmanızın yazın hayatınıza katkısından bahseder misiniz?

Canan TAN: Sözünü ettiğim şu son iki kitabı, Eroinle Dans’la En Son Yürekler Ölür’ü eczacı olmasam yazamazdım. Çünkü tıbbi incelemeyi yaparken de bir temeliniz olması gerekiyor. Alfabeye A’dan başlamak gibi bir şey. En basiti, kelebek set’in ne olduğundan habersiz biri, kendi kariyerinde zirvede bile olsa, az çok fikir ve bilgi sahibi olan birinden çok daha zor yol alır. Ama bu tür bir kitabı yazabilmek için, yalnızca bilgi ve deneyim yeterli değil tabii ki. Edebi bir anlatım dili de gerekiyor.

Bircan GÜZEL: Kitaplarınız dört üniversitede tez konusu olmuş. Kitaplarınızı tez konusu yaptıran sebep nedir sizce?

Canan TAN: Evet, bazı üniversitelerin edebiyat fakültelerinde mezuniyet tezi hazırladı gençler. Bütün kitaplarımı okuyup inceledikten sonra benimle söyleşi yaparak tezlerini teslim ettiler. Farklı araştırma ve inceleme çalışmaları yapanlar da oldu. Konu başlığı şöyleydi: “Canan Tan kitapları neden bu kadar yaygın okunuyor?” Türkiye’nin her tarafında, kadın erkek, genç yaşlı, profesör ya da ilkokul mezunu, işadamı ya da ev kadını, farklı kültürlerden, farklı kesimlerden gelen yüz binlerce insan ne buluyor bu kitaplarda?

Bircan GÜZEL: Türkiye’de en çok okunan kadın yazarlardan birisiniz. En çok okunan yazarlar arasına girmenizi sağlayan unsurlar nelerdir sizce?


Canan TAN: Bunu, bir önceki sorudaki araştırmacılara sormalı. Yanıtını ben de bilmiyorum çünkü. Ancak okurlarımla aramda çok sıcak bir bağ kurulduğunu, kitap fuarlarında gösterdikleri yoğun ilgiden anlayabiliyorum. Sanırım onların yürekleriyle buluşmayı başardım, roman kahramanlarımda kendilerinden bir şeyler bulmayan tek kişi yok. Sözle ifade etmek güç, ama galiba ortak ve büyülü bir dil yarattık hep beraber, kitaplarım aracılığıyla o dili konuşuyoruz.

Bircan GÜZEL: Ne zaman ben artık yazarım diyebildiniz? Yazmak yetenek işi midir? Öğrenilebilir mi?

Canan TAN: Hiçbir zaman, “Artık yazar oldum,” demedim ben. Okurlarım hissettirdi. Onlara çok şey borçluyum. İlk başta yazma eyleminin çok okumak ve kendini yetiştirmekle mümkün olduğunu düşünürdüm. Yanlış! Öyle olsa bütün kitap kurtlarının yazar olması gerekirdi. Oysa küçücük bir metni yazmakta bile zorlanıyor insanlar. Dilekçe yazmayı beceremeyen yüksek öğrenimli aydınlarımız var. Göründüğü kadar kolay değil bu iş. Yol yordam göstererek, düzgün yazı yazmayı öğretebilirsiniz ancak. Yazar olmanın okulu yok. Edebiyat fakülteleri edebiyatı ve edebiyat tarihi öğretirler. Oysa Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Tarık Dursun K. gerçekleri var önümüzde. Bu üç değerli yazarımız da, yaşam koşulları nedeniyle ortaokuldan öte eğitim almamışlardır. Evet, yazmak yetenek işidir. Yanı sıra geniş bir hayal gücü, kurgulama yetisi ve edebiyat diline hakimiyet gerektirir.
           

Bircan GÜZEL: Türkiye’de kitap yayımlamak zor mudur? Bir kitabı yayımlatmak için hangi süreçlerden geçmek gerekir?

Canan TAN: Hem zordur, hem de kolay. Karınca kararınca bir şeyler karalayan herkes kitabını bir şekilde bastırabiliyor günümüzde. Ancak, geniş okur kitlelerine ulaşmak için, iyi bir yayınevinin eserinizi basılmaya değer görüp yayımlaması gerek. Zor olan da bu. Ben de büyük güçlükler yaşadım. Eczacı olmam, edebiyat dünyasına girmekte en büyük engelim oldu. İlk kitabım (İster Mor İster Mavi/ 1996), bir yarışma sonucu İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı. O yarışma olmasa kolumun altına dosyamı sıkıştırıp yayınevlerinin kapısını çalmam gerekecekti ki, benim yapabileceğim bir iş değildi bu. Yazar adaylarına ışık tutabilecek birkaç önerim olacak. Öncelikle eserlerinden emin olsunlar. Herkes, “Benim hayatım roman,” diyerek kendini anlatır ya. Sizin hayatınız bir başkasını ne derece ilgilendirir? Kilit soru bu. Eserinizin mükemmel olduğundan eminseniz, bu işten anlayan birilerine okutun, fikir alın. Sonra da bilgisayar çıktısını alıp yayınevlerine gönderin. Basılmaya değer olup olmadığına editörler karar versin.