5 Aralık 2012 Çarşamba

Mehmet ÇAĞLARER Röportajı


       Mehmet ÇAĞLARER

Kadıköy’de tüm heybetiyle ayakta duran, buram buram tarih kokan bir apartman dairesinden içeri giriyoruz. Sıcacık ve içten gülümsemesiyle karşılıyor bizi Mehmet Çağlarer. Fotoğraf sanatçısı olmasının yanında, gönlü güzel bir insan… Derdini fotoğrafla anlatan, sanata ve sanatçıya saygısından ötürü birçok insanın giremediği sahne arkasına, sanatçının özeline girmeyi başaran Mehmet Çağlarer ile samimi bir röportaj yaptık.



 Bircan GÜZEL: 5 yaşındayken fotoğraf makineniz oldu. İlkokuldayken karanlık odanızı kurdunuz, filmleri banyo ettirdiniz. Ve şuan yurt içinde ve yurt dışında 50’nin üzerinde serginiz oldu Bize bu süreçten kısaca bahseder misiniz? 

Mehmet ÇAĞLARER: 5 yaşındayken tesadüfen birkaç fotoğraf çektim ve iyi çıkmıştı. Dayım da fotoğrafçılığa çok meraklıydı, bana fotoğraf makinesi o hediye etti. O günden beri fotoğraf makinesi elimden düşmüyor. İlkokuldayken bir karanlık oda kurdum. Evlerde o dönemde tuvaletler, alaturka ve alafranga olarak ayrılıyordu. Ben alaturka tuvaleti kapattım. Bir tane tahta kutunun üzerine buzul cam koyup, kimyasalları alıp filmleri banyo ettirmeye başladım. Ortaokul yıllarında, daha iyi bir fotoğraf makinesini babam hediye etti. Okulda arkadaşlarımın fotoğraflarını çekmeye başladım. Mahallede bir fotoğrafçı dükkanı vardı. Fotoğrafları büyük bastırmak için oraya gidiyordum sürekli. Adam, “En son gel işi öğren kendin basmaya başla” dedi. Böylece gerçek karanlık odayı öğrenmeye başladım. O zamanlar fotoğraftan beklenen ilk şey; net ve düzgün çıkmasıydı. Bir süre sonra gazete ve dergilerde birtakım fotoğraflar dikkatimi çekti. Nasıl ki herkes yazı yazar da bir gün şiirle karşılaşır bu da yazı benimki de yazı ama arada çok fark var der. Bende fotoğraf çekiyordum ama gördüğüm fotoğraflar farklıydı.  Bu durumu far ettikten sonra ben ne yapabilirim? dedim. Sanatla ilk tanışmam böyle oludu. Sonra, İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) ‘a gitmeye başladım. Orada ilk ustam diyebileceğim İsa Çelik ile tanıştım. Onun stüdyosuna gide gele, başını şişire şişire çok şey öğrendim. Arkadaşlarımla beraber karma sergi açtım. Ardından, İFSAK’ın yarışmalarına katıldım. Sonra, kendi başıma fotoğraflar sergilemeye başladım. 13 yıl kadar yurt dışında yaşadım. Yurtdışında, çok fazla seyahat etme ve fotoğraf çekme imkanı buldum. Çektiğim fotoğraflarla da yurt dışında sergi açtım. Türkiye’ye döndükten sonra bir gazete de çalıştım. Gazeteden ayrıldıktan sonra tamamen profesyonel olarak fotoğrafla ilgilenmek istedim. Kararım kesindi, fotoğrafçılık yapacaktım. Fotoğrafın içinde çok dallar var. Yıllar içinde bakışım, tekniğim, tercihlerim oturmuştu. Ama nasıl bir fotoğrafçılık yapacağım? Ne fotoğrafçılığı yapacağım? Ben ürün fotoğrafı çekmekten pek hoşlanmıyorum, manzara fotoğrafı hiç çekemem. Sanat dünyasının hayatı, sahne fotoğrafı ve sahne arkası benim hep merak ettiğim bir şeydi. Bu merakla o dönemde sahne ve sahne arkası fotoğrafları süreci başladı.


Bircan GÜZEL: Fotoğrafçı olmaya ne zaman karar verdiniz?

Mehmet ÇAĞLARER: Ben, İstanbul Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Bölümü mezunuyum. Hayatım boyunca hem mühendis olmak hem de sanat yapmak istedim. Fakat, 1999 yılından itibaren yalnızca fotoğrafçılık yapıyorum.

Bircan GÜZEL:  Fotoğrafı nasıl tanımlarsınız? Sizin fotoğraftaki tarzınız nedir?

Mehmet ÇAĞLARER: Fotoğrafta diğer sanat dalları gibi içinde çok farklı ekoller, tarzlar, tavırlar bulunduran bir sanat dalı. Ben kendi tarifimi kendi bakışımla yapabilirim. Bazı fotoğrafçılar, kolaj yapar bazıları photoshopla oynamayı sever. Onların tarifi başkadır. Fotoğrafın tanımı sanatın tanımıyla çok örtüşür. O işi yapan kişinin bir derdi olması ve o derdi anlatmaya çalışması lazım. Bunu isterse kurgulayarak yapar isterse de sokakta o anın peşsinde koşarak. Onu yakalamaya çalışır, genelde bu çok kolay zannedilir. Bir meseleye kafayı taktıysanız, onun peşinden gitmeniz lazım. Mesela ben, aşk hallerine kafamı takmıştım bir ara. Sokakta sizi etkileyen bir an gördüğünüzde sizin onu görmeye hazır olmanız lazım. Sokakta bir sürü insan geçiyor kimse o anı fark etmiyor. Sizin onu görmeniz, algılamanız lazım. Onu algıladığınızda, makinenizin de her şeyiyle hazır olması gerekir. Hay Allah! Çektim ama netlik yapmadım ya da ışık ayarı yapmayı unuttum, heyecandan kadrajı ayarlamadım dediğiniz an o fotoğraf çöp olmuştur. Benim tarzımda bir anlamda beni etkileyen anları estetik biçimde aktarmaya çalışmaktır fotoğraf. Başka bir çalışma alanım da porte fotoğrafçılığıdır. Portresini yaptığım insanı, daha güzel daha yakışıklı, daha çekici ya da hoş göstermek değil. O insan bende ne uyandırıyor, o insanı tanıdığım kadarıyla anlatabilmektir.


Bircan GÜZEL: Fotoğrafçılık üzerine bir eğitim aldınız mı?

Mehmet ÇAĞLARER: Bizim zamanımızda fotoğrafçılık üzerine eğitim veren bir okul yoktu. Biz sürekli yabancı dergiler alırdık. Çok pahalıydı bizde bitpazarına gider derginin eski sayılarını alıp fotoğraf bakardık. Dünya çapındaki ustaların röportajlarını okurduk. Açılan hiçbir seriyi kaçırmazdık. Serileri de çok dikkatli bir şekilde izlerdik.  Bir şeyler öğrenmek zevk almak isterdik. Şimdi üniversitelerin fotoğrafçılık bölümündeki müfredata bakıyorum, bizim dönemimizde öğrendiklerimizin çok azını öğretiyorlar. Dört yıllık öğrenim süresi içinde insan çok fazla şeyler öğretmelerini bekliyor. Şimdi öğrencileri daha çok stüdyo, ürün ve piyasa fotoğrafçılığına hazırlıyorlar.


Bircan GÜZEL: Ne tür fotoğraf çekmekten hoşlanıyorsunuz?

Mehmet ÇAĞLARER: Genelde her şeyi çekmekten hoşlanıyorum, yeter ki içinde insana dair bir şey olsun, eğer insan dair bir şey yoksa kedi olsun. Kediler çok muhteşem canlılar, çok ifadeleri var. İnsan, insana dair haller ve kedileri çekmeyi seviyorum.



Bircan GÜZEL: Ağırlıklı olarak fotoğraflarınız siyah beyaz çalışmalardan oluşuyor. Bu durumun özel bir sebebi var mı?

Mehmet ÇAĞLARER: Biz ilk başlarda bir anlamda siyah beyaz çekmeye mecburduk. Fotoğrafçılıkta, fotoğrafı çekmek kadar fotoğrafın bakısı ve ortaya çıkan görüntüsü de önemli. O dönemlerde renkli çektiğimiz zaman bir yere baskıya veriyorduk,  bazen fotoğraf geldiğinde tanıyamıyorduk, benim renklerim ve tonlarım bunlar değildi dediğimiz oluyordu. Benim kuşağım uzun süre siyah beyazdan gitti. Kendi karanlık odamızda istediğimiz gibi fotoğrafı tonlandırıp, basıyorduk. Fakat, bu böyle olmasaydı da yine siyah beyazı çok severdim. Şimdi imkanlar değişti istediğiniz sonuca varabiliyorsunuz. Siyah beyazın dramatik etkisi daha fazladır. Bazıları siyah beyazı daha kolay zanneder dramatik etkisinden ötürü. ‘Ben siyah beyaz çekeyim bakan etkilenir’ böyle bir şey yok. Kötüsü çok kötü oluyor, çamur gibi oluyor. Siyahla beyaz arasındaki yedi ara tonla bir hikaye anlatabilmek yapan için zordur ama sonuç dramatiktir. Siyah beyazın bir güzel yanı da izleyene o renkleri bilinç altında tamamlama imkanı vermesi ve zihinsel özgürlük sağlamasıdır. Yani düşündürür,  dolayısıyla değerlidir. 




Bircan GÜZEL:  Sahne arkasını fotoğraflarken herhangi bir zorluk yaşadınız mı?

Mehmet ÇAĞLARER: Sançtılar özel insanlardır. Onların başka dünyanın insanları olduğunu düşünürüm. Kuliste, prova sırasında elinde fotoğraf makinesiyle birini gördüklerinde, o kişi paparazzi midir, onun dünyasında birisi midir, niye çekiyor, amacı ne? Hemen anlarlar. Benim niyetimin paparazzi olmadığını zaten biliyorlardı. Sahne arkasında çektiğim fotoğrafların profesyonel yanı var. Ben oraya o işi yapmak için gittim, bunu biliyorlardı. Böyle bir şey Türkiye’de hiç yapılmadı,  ben böyle bir çalışma yapmak istedim. Şansım da yaver gidince, birden kendimi sanatçıların kulislerinde onların bilgileri dahilinde fotoğraflayan kişi oldum. Şimdi bunu yapmaya çalışan arkadaşlarım da var. Onlar hoyrat davranıp izinsiz giriyorlar o dünyaya ve hoş olmuyor. Önce onlarla tanışıp konuşacaksınız, derdinizi anlatacaksınız. Bir anlamda onların yatak odasına giriyorsunuz, saygı göstereceksiniz. Benim şahit olduğum, çekebileceğim çekersem de çok sansasyon yaratacak pek çok an oldu. Ben onların çoğunda, olur da kendimi tutamayıp çekerim duygusunu önlemek için makinemi çantama koyardım. İnsanlar bana özelini açmış, onlara ihanet edemezdim. Bu düşüncelerle hareket ettiğim için bir sıkıntı yaşamadım.



Bircan GÜZEL: Sanatçıların hayatı farklı görüp, farklı anlamlar kattıklarını söylüyorsunuz o fark nedir?

Mehmet ÇAĞLARER: Sanatçılığın doğuştan geldiğine inanıyorum. Sançtılar da, yaratıcılık, duygu ve sezgi kısmı daha kuvvetli ve baskın oluyor. Ortaya bir şey çıkarmak, insanlar ithaf etmek ve karşılığında bir alkış bekliyorlar. Benim tanıdığım ve sançtı diyebileceğim kişilerin hemen hemen hepsinin, insanlara bir şeylerin başka türlü olacağını göstermek gibi bir amaçları var. Hayata, dünyaya, ilişkilere dair hepsinin bir derdi var ve insanları heyecanlandırmak istiyorlar. Sanat eserinin en öneli kriteri budur bence. Şarkı dinlerken heyecanlanıyorsanız, duygulanıyorsanız o sizin için bir sanat eseridir. Bir fotoğrafa baktığınızda düşünüyorsanız, aklınıza bir soru takılıyorsa ya da gülümsüyorsanız o sanat eseridir. Sançtı da bunu yapamaya çalışan kişidir.



Bircan GÜZEL: “Başarılı bir sahne fotoğrafçısının her şeyden önce başarılı bir fotoğrafçı olması gerekir.  Bunun tek yolu da sokaklardan gelmek; iyi bir sokak yani ’an’ fotoğrafçısı olmaktır” demişsiniz. Sokaklardan gelmenin fotoğrafa katkısı nedir?

Mehmet ÇAĞLARER: Sokak fotoğrafçılığı insanın reflekslerini kuvvetlendirir. Sanatçı yalnızca konun peşinden sokağa çıkmıştır ama nerden ne zaman ne gelecek onu bilmediği için sürekli gözleri dört döner, makinesi, refleksleri hazırdır. O anı gördüğünde, en iyi ışık ve kadrajla çekmeye çalışır. Bu şartlarda vücudunu, beynini, gözünü vs. eğiten kişi, sahne fotoğrafçılığında da, bir sahneden sonra hangi sahnenin gelebileceğini anlar. Mesela, hareketin akışını takip ederek bir adım sonra dansçılar havaya sıçrayacak ben bunu yakalamalıyım diyebilir. Ama, sokak fotoğrafçılığı tecrübeniz yoksa bunu diyemezsiniz. Ya da bir müzisyenin şarkı söylerken bir mimiğini yakalarsınız, bunu şarkının şu bölümünde bir daha yapacak deyip o ana hazırlanıp çekersiniz. Sokak fotoğrafçısı değilseniz işiniz biraz zor. Genelde durağan, standart türden fotoğraflar çıkarırsınız ortaya.



Bircan GÜZEL: Fotoğraf seçiminizdeki kriterleriniz nelerdir?

Mehmet ÇAĞLARER: Bir konu üzerine bir sergi hazırladığımda mesela,  Son On Dakika diye bir sergim vardı. Bu sergiyi ben yaklaşık yedi yıllık bir çalışmamın sonucunda ortaya çıkardım. Yedi yılda her halde beş bine yakın fotoğraf çıkmıştır ortaya. Bu fotoğraflar arasında seçim yapmak kolay değil tabi bu noktada kriterim şu: Her bir fotoğrafın hem tek başına bir anlamı olsun hem de o fotoğrafı size gösterdiğimde beğenin isterim. Aynı zamanda da o serginin bütün fotoğrafları bir araya geldiğinde ortaya bir hikaye çıksın istiyorum. Fotoğraflar, farklı kişiler, yerler, zamanlarda çekilmiş olsa da bir araya geldiklerinde bir hikaye oluşturabilecek şekilde seçmeye özen gösteriyorum.

Bircan GÜZEL: Fotoğraflarınızda anlatmak istediğiniz bir konu, vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Mehmet ÇAĞLARER: Beni ilgilendiren, çeken konular üzerine yoğunlaşıyorum ya da birden insanın aklına bir şeyi dert etmek geliyor, onu fotoğraf aracılığıyla anlatmaya çalışıyorum Aşk halleri, insan halleri, gece halleri, sahne arkası benim iğlimi çekiyor. Kediler ve çocuklarla ilgili bir çalışmam da olmuştu. Sokak halleri diye bir çalışma yapıyorum şu an. Eski ve yani İstanbul’u anlatan, İstanbul halleri diye bir çalışma yapmak istiyorum.


Bircan GÜZEL:  Sokaklar sizin için önemli. Neden?

Mehmet ÇAĞLARER: Sokaklar benim için çok önemli. Çünkü; hayat orada.



Bircan GÜZEL: Hey Gidi Sokaklar adlı fotoğraf sergisi için sokakları gözlemlediniz ve “o eski inançlı, keskin ifadeler kalmamıştı yüzlerde. Mitingler çok 'terbiyeli, renkli, legal ve eğlenceli' olmuştu artık; sanki 'party' yerleriydi” demişsiniz. Sokaklardan beklediniz neydi, gözlemlemiş olduğunuz ‘değişimin’ sebebi nedir sizce?

Mehmet ÇAĞLARER: Hey gidi sokaklardan kastım 12 Eylül darbesinden önceki dönemde sokak olayları, gösteriler, korsan mitingler, cenaze törenleriydi.  12 Eylül ve sonrasında yapılan eylemleri, gösterileri fotoğraflıyordum. Sokaklara bakınca hey gidi sokalar diyor insan, biz bu sokaklarda neler yapardık, şimdi neler oluyor ne hale geldi? Yine miting yapılıyor peki ardaki far nedir? Şimdi de mitingleri izliyorum ama o heyecan, o coşku yok. Bunu en büyük etkisi bence darbe süreciydi, yaşanan dönemle alakalı bir durumdu. Hangi görüşten olursa olsun, inanan ve inandığını savunan insanlar var ama zannediyorum yaptıklarından bir sonuç alabileceklerine artık inanmıyorlar. O dönemlerde inanılırdı, değişimin sebebi de bu bence.



Bircan GÜZEL: Sizin ilgi alanınızın daha çok sahne arkası, kuliste yaşananlar, gösteri sanatları ve sanatçıları. “O perdenin arkasında neler olduğunu merak ettim” demişsiniz. O merakınızın sebebi neydi?

Mehmet ÇAĞLARER: Küçüklükten beri sebebini bilmediğim bir merak vardı zaten. Ailemle tiyatroya,  konsere gittiğimizde perdenin arkasından insanlar çıkıp bir şeyler yapıyorlar nerden geliyorlar, sonra nereye gidiyorlar, biz onları görmeden önce onlar arkada ne yapıyordu, bunları hep merak ettim. Nasıl bir yol çizmeliyim derken, o merakın soncunda kendimi kuliste buldum.





Bircan GÜZEL:  Fotoğrafı fotoğraf yapan unsur nedir? Ben fotoğrafçıyım, diyen kişinin taşıması gereken özellikler nedir sizce?

Mehmet ÇAĞLARER: Fotoğraf diye gösterilen bir şey için bu fotoğraf ya da değil diyebilirim ama bu göreceli bir durumdur. Aynı makine ve markayla biri çeker o fotoğraf olur başkası çeker fotoğraf olmaz. Bunun belli bir matematiği yok. Fotoğraf sanatçısının taşıması gereken en belirgin özellikler; fotoğrafı sevecek, yirmi dört saat fotoğraf düşünecek, gözleri rahat durmayacak, etrafı izleyecek bir şeyler yakalamaya çalışacak, her gördüğü durumdan bir kompozisyon oluşturmaya çalışacak, teknik konuları zaten halletmiş olacak. Çok film izleyecek, okuyacak, beynini dolduracak ve en önemlisi bir şeyleri dert edebilecek yüreği olacak. O yürek olmadı mı ürün fotoğrafçısı olur ve orada kalır.



Bircan GÜZEL: "Profesyonellik, kişinin icra ettiği mesleği en iyi şekilde yapmasıdır. Ancak sanat bir meslek değildir. Sanatta profesyonellik yerine "ustalık" demek daha uygundur" demişsiniz. Sanatı bir meslek olarak görmemenizin sebebi nedir?

Mehmet ÇAĞLARER: Fotoğrafla, para kazanıp hayatınızı sürdürebilirsiniz ama bu durum onu diğer mesleklerle aynı kategoriye sokmaz. Çünkü; sanatçının içine bir kurt düşmüşse o parayı kazanmasa da onu yapar. Arada ki fark bu bence. Bu bütün sançtılar için geçerli. Eğer büyük bir zevk ve emekle sanatla uğraşıyorsanız bir de para kazanıyorsanız ne mutlu size. Bir mesleği olan kişi, yalnızca hayatını daha iyi koşullarda sürdürmek için o mesleği seçmiştir. Ama sanatta başka bir şey var hiçbir sanatçı sanatla tanıştığı ilk günden itibaren çok para kazanmalıyım demez. Sanatçı zamanla para kazanır ama amacı para kazanmak değildir.


Bircan GÜZEL:  “Keşke orada olsaydım ve fotoğraflasaydım.” değiniz zamanlar oldu mu?

Mehmet ÇAĞLARER: Rock müziğinin bütün efsane isimlerinin bulunduğu, bir yandan müzik yapan bir yandan da dünyayı değiştirmeye çalışan, almış sekiz kuşağının yer aldığı Woodstock festivalini fotoğraflamayı çok isterdim. Bir yazar, Yavuz Sultan Selim hakkında yazı yazabilir, bir ressam Sezar’ın kendince portresini yapabilir. Fotoğrafçının böyle bir şansı yok. Mustafa Kemal Atatürk’ü, Adolf Hitler’i, Mussolini’yi, Aynştayn’ı, Fatih Sulatan Mehmet’i fotoğraflamayı çok isterdim. Hitler ve Musolini içinde sevgisizlik ve öfke olan iki insan, onları fotoğraflamak ilginç olurdu. Onları nasıl çekerdim, nasıl bir poz verdirirdim, nasıl bir ifade yakalardım bunları görmeyi çok isterdim.


Bircan GÜZEL: Doğallığa önem verdiğiniz için mi sanatçıların heyecanlarını, streslerini, panik anlarını,   “Son On Dakika” adlı serginizle ölümsüzleştirdiniz?
Mehmet ÇAĞLARER: Doğallığa ve sadeliğe çok önem veriyorum. Ben bu işi sanat olarak algılamaya başladığım dönemden beri çalışmalarımı en sade ve yalın bir şekilde sunmaya çalıştım. Son On Dakika çalışmasını yapmamın bir nedeni de izleyiciye;  alkışladığın, izlediğin, bazen burun kıvırıp beğenmediğin gösterinin ardında çok emek ve çalışma var demekti.

Bircan GÜZEL: Türkiye’de 60’a yakın Güzel Sanatlar Fakültesi var. Fakülteden mezun olanlar arasında fotoğrafçılık alanında kendini ispatlamış kişi sayısı sınırlı durumda. Sizce, fotoğraf sanatçısı olmak yetenek işi midir? Öğretilen bir şey midir?
Mehmet ÇAĞLARER: Picasso; “Sanat bir yetenek artı doksan dokuz çalışma eşittir yüz sanat eder” diyor. Ama o bir yetenek olmazsa olmaz. Ne kadar çalışırsan çalış ki bu sanatın bütün dalları içinde geçerli. Yetenek olacak o yetenekle birlikte yürek olacak. Duyarlı, antenleri açık, dışardan bir şeyler alan, aldığını tekrar kenedince objektifinden geçirip başka bir şeyler katarak insanlara sunmak gerekir. Bunun okullarda çok kolay öğretilebileceğini zannetmiyorum. Görüyorum ben okullardan mezun olanları, okula karşı olduğumdan değil ama genelde teknik öğretiliyor. Böyle olunca ortaya aynı şeyler çıkıyor. Sançtılar arasında bir laf vardır, ‘hoca bozar’ diye. Hoca kendisi gibi kalıplandırmaya çalışıyor. Halbuki, sanat insanın en özgür olduğu alan olmalı. Yeteneğin yanında teknik eğitim de alınmalı. Teknik eğitimi ister kendi kendine öğrenir isterse de okulda öğrenir. Ben öğrencilerin yeterince çalıştıklarını da düşünmüyorum. Üniversitelerin, sanata bir katkıda bulunmak ya da sanatçı yetiştirmek gibi bir amacı yok. Onlar piyasaya fotoğraf operatörü yetiştirmek istiyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder