Mehmet ÇAĞLARER
Kadıköy’de tüm
heybetiyle ayakta duran, buram buram tarih kokan bir apartman dairesinden içeri
giriyoruz. Sıcacık ve içten gülümsemesiyle karşılıyor bizi Mehmet Çağlarer. Fotoğraf
sanatçısı olmasının yanında, gönlü güzel bir insan… Derdini fotoğrafla anlatan,
sanata ve sanatçıya saygısından ötürü birçok insanın giremediği sahne arkasına,
sanatçının özeline girmeyi başaran Mehmet Çağlarer ile samimi bir röportaj
yaptık.
Bircan
GÜZEL: 5 yaşındayken fotoğraf makineniz oldu. İlkokuldayken karanlık
odanızı kurdunuz, filmleri banyo ettirdiniz. Ve şuan yurt içinde ve yurt dışında
50’nin üzerinde serginiz oldu Bize bu süreçten kısaca bahseder misiniz?
Mehmet
ÇAĞLARER: 5
yaşındayken tesadüfen birkaç fotoğraf çektim ve iyi çıkmıştı. Dayım da fotoğrafçılığa
çok meraklıydı, bana fotoğraf makinesi o hediye etti. O günden beri fotoğraf
makinesi elimden düşmüyor. İlkokuldayken bir karanlık oda kurdum. Evlerde o
dönemde tuvaletler, alaturka ve alafranga olarak ayrılıyordu. Ben alaturka
tuvaleti kapattım. Bir tane tahta kutunun üzerine buzul cam koyup, kimyasalları
alıp filmleri banyo ettirmeye başladım. Ortaokul yıllarında, daha iyi bir fotoğraf
makinesini babam hediye etti. Okulda arkadaşlarımın fotoğraflarını çekmeye
başladım. Mahallede bir fotoğrafçı dükkanı vardı. Fotoğrafları büyük bastırmak
için oraya gidiyordum sürekli. Adam, “En son gel işi öğren kendin basmaya başla”
dedi. Böylece gerçek karanlık odayı öğrenmeye başladım. O zamanlar fotoğraftan
beklenen ilk şey; net ve düzgün çıkmasıydı. Bir süre sonra gazete ve dergilerde
birtakım fotoğraflar dikkatimi çekti. Nasıl ki herkes yazı yazar da bir gün şiirle
karşılaşır bu da yazı benimki de yazı ama arada çok fark var der. Bende
fotoğraf çekiyordum ama gördüğüm fotoğraflar farklıydı. Bu durumu far ettikten sonra ben ne yapabilirim?
dedim. Sanatla ilk tanışmam böyle oludu. Sonra, İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve
Sinema Amatörleri Derneği) ‘a gitmeye başladım. Orada ilk ustam diyebileceğim İsa
Çelik ile tanıştım. Onun stüdyosuna gide gele, başını şişire şişire çok şey
öğrendim. Arkadaşlarımla beraber karma sergi açtım. Ardından, İFSAK’ın
yarışmalarına katıldım. Sonra, kendi başıma fotoğraflar sergilemeye başladım. 13
yıl kadar yurt dışında yaşadım. Yurtdışında, çok fazla seyahat etme ve fotoğraf
çekme imkanı buldum. Çektiğim fotoğraflarla da yurt dışında sergi açtım. Türkiye’ye
döndükten sonra bir gazete de çalıştım. Gazeteden ayrıldıktan sonra tamamen
profesyonel olarak fotoğrafla ilgilenmek istedim. Kararım kesindi,
fotoğrafçılık yapacaktım. Fotoğrafın içinde çok dallar var. Yıllar içinde bakışım, tekniğim,
tercihlerim oturmuştu. Ama nasıl bir fotoğrafçılık yapacağım? Ne fotoğrafçılığı
yapacağım? Ben ürün fotoğrafı çekmekten pek hoşlanmıyorum, manzara fotoğrafı
hiç çekemem. Sanat dünyasının hayatı, sahne fotoğrafı ve sahne arkası benim hep
merak ettiğim bir şeydi. Bu merakla o dönemde sahne ve sahne arkası
fotoğrafları süreci başladı.
Bircan GÜZEL: Fotoğrafçı
olmaya ne zaman karar verdiniz?
Mehmet
ÇAĞLARER: Ben, İstanbul
Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Bölümü mezunuyum. Hayatım boyunca
hem mühendis olmak hem de sanat yapmak istedim. Fakat, 1999 yılından itibaren
yalnızca fotoğrafçılık yapıyorum.
Bircan GÜZEL: Fotoğrafı
nasıl tanımlarsınız? Sizin fotoğraftaki tarzınız nedir?
Mehmet ÇAĞLARER: Fotoğrafta diğer sanat dalları gibi içinde çok
farklı ekoller, tarzlar, tavırlar bulunduran bir sanat dalı. Ben kendi tarifimi
kendi bakışımla yapabilirim. Bazı fotoğrafçılar, kolaj yapar bazıları photoshopla oynamayı
sever. Onların tarifi başkadır. Fotoğrafın tanımı sanatın tanımıyla çok
örtüşür. O işi yapan kişinin bir derdi olması ve o derdi anlatmaya çalışması
lazım. Bunu isterse kurgulayarak yapar isterse de sokakta o anın peşsinde koşarak.
Onu yakalamaya çalışır, genelde bu çok kolay zannedilir. Bir meseleye kafayı
taktıysanız, onun peşinden gitmeniz lazım. Mesela ben, aşk hallerine kafamı
takmıştım bir ara. Sokakta sizi etkileyen bir an gördüğünüzde sizin onu görmeye
hazır olmanız lazım. Sokakta bir sürü insan geçiyor kimse o anı fark etmiyor. Sizin
onu görmeniz, algılamanız lazım. Onu algıladığınızda, makinenizin de her
şeyiyle hazır olması gerekir. Hay Allah! Çektim ama netlik yapmadım ya da ışık
ayarı yapmayı unuttum, heyecandan kadrajı ayarlamadım dediğiniz an o fotoğraf
çöp olmuştur. Benim tarzımda bir anlamda beni etkileyen anları estetik biçimde
aktarmaya çalışmaktır fotoğraf. Başka bir çalışma alanım da porte
fotoğrafçılığıdır. Portresini yaptığım insanı, daha güzel daha yakışıklı, daha çekici
ya da hoş göstermek değil. O insan bende ne uyandırıyor, o insanı tanıdığım
kadarıyla anlatabilmektir.
Bircan GÜZEL: Fotoğrafçılık üzerine bir
eğitim aldınız mı?
Mehmet ÇAĞLARER: Bizim zamanımızda fotoğrafçılık üzerine eğitim veren
bir okul yoktu. Biz sürekli yabancı dergiler alırdık. Çok pahalıydı bizde bitpazarına
gider derginin eski sayılarını alıp fotoğraf bakardık. Dünya çapındaki
ustaların röportajlarını okurduk. Açılan hiçbir seriyi kaçırmazdık. Serileri de
çok dikkatli bir şekilde izlerdik. Bir
şeyler öğrenmek zevk almak isterdik. Şimdi üniversitelerin fotoğrafçılık bölümündeki
müfredata bakıyorum, bizim dönemimizde öğrendiklerimizin çok azını öğretiyorlar.
Dört yıllık öğrenim süresi içinde insan çok fazla şeyler öğretmelerini bekliyor. Şimdi öğrencileri daha
çok stüdyo, ürün ve piyasa fotoğrafçılığına hazırlıyorlar.
Bircan GÜZEL: Ne tür fotoğraf çekmekten
hoşlanıyorsunuz?
Mehmet ÇAĞLARER: Genelde her şeyi çekmekten hoşlanıyorum, yeter ki
içinde insana dair bir şey olsun, eğer insan dair bir şey yoksa kedi olsun.
Kediler çok muhteşem canlılar, çok ifadeleri var. İnsan, insana dair haller ve
kedileri çekmeyi seviyorum.
Bircan GÜZEL: Ağırlıklı olarak
fotoğraflarınız siyah beyaz çalışmalardan oluşuyor. Bu durumun özel bir sebebi
var mı?
Mehmet ÇAĞLARER: Biz ilk başlarda bir anlamda siyah beyaz çekmeye
mecburduk. Fotoğrafçılıkta, fotoğrafı çekmek kadar fotoğrafın bakısı ve ortaya
çıkan görüntüsü de önemli. O dönemlerde renkli çektiğimiz zaman bir yere
baskıya veriyorduk, bazen fotoğraf
geldiğinde tanıyamıyorduk, benim renklerim ve tonlarım bunlar değildi dediğimiz
oluyordu. Benim kuşağım uzun süre siyah beyazdan gitti. Kendi karanlık odamızda
istediğimiz gibi fotoğrafı tonlandırıp, basıyorduk. Fakat, bu böyle olmasaydı
da yine siyah beyazı çok severdim. Şimdi imkanlar değişti istediğiniz sonuca
varabiliyorsunuz. Siyah beyazın dramatik etkisi daha fazladır. Bazıları siyah
beyazı daha kolay zanneder dramatik etkisinden ötürü. ‘Ben siyah beyaz çekeyim
bakan etkilenir’ böyle bir şey yok. Kötüsü çok kötü oluyor, çamur gibi oluyor. Siyahla
beyaz arasındaki yedi ara tonla bir hikaye anlatabilmek yapan için zordur ama
sonuç dramatiktir. Siyah beyazın bir güzel yanı da izleyene o renkleri bilinç
altında tamamlama imkanı vermesi ve zihinsel özgürlük sağlamasıdır. Yani
düşündürür, dolayısıyla değerlidir.
Bircan GÜZEL: Sahne arkasını fotoğraflarken herhangi bir
zorluk yaşadınız mı?
Mehmet ÇAĞLARER: Sançtılar özel insanlardır. Onların başka dünyanın
insanları olduğunu düşünürüm. Kuliste, prova sırasında elinde fotoğraf makinesiyle
birini gördüklerinde, o kişi paparazzi midir, onun dünyasında birisi midir,
niye çekiyor, amacı ne? Hemen anlarlar. Benim niyetimin paparazzi olmadığını
zaten biliyorlardı. Sahne arkasında çektiğim fotoğrafların profesyonel yanı var.
Ben oraya o işi yapmak için gittim, bunu biliyorlardı. Böyle bir şey Türkiye’de
hiç yapılmadı, ben böyle bir çalışma
yapmak istedim. Şansım da yaver gidince, birden kendimi sanatçıların kulislerinde
onların bilgileri dahilinde fotoğraflayan kişi oldum. Şimdi bunu yapmaya
çalışan arkadaşlarım da var. Onlar hoyrat davranıp izinsiz giriyorlar o dünyaya
ve hoş olmuyor. Önce onlarla tanışıp konuşacaksınız, derdinizi anlatacaksınız. Bir
anlamda onların yatak odasına giriyorsunuz, saygı göstereceksiniz. Benim şahit
olduğum, çekebileceğim çekersem de çok sansasyon yaratacak pek çok an oldu. Ben
onların çoğunda, olur da kendimi tutamayıp çekerim duygusunu önlemek için makinemi
çantama koyardım. İnsanlar bana özelini açmış, onlara ihanet edemezdim. Bu
düşüncelerle hareket ettiğim için bir sıkıntı yaşamadım.
Bircan GÜZEL: Sanatçıların hayatı
farklı görüp, farklı anlamlar kattıklarını söylüyorsunuz o fark nedir?
Mehmet ÇAĞLARER: Sanatçılığın doğuştan geldiğine inanıyorum. Sançtılar
da, yaratıcılık, duygu ve sezgi kısmı daha kuvvetli ve baskın oluyor.
Ortaya bir şey çıkarmak, insanlar ithaf etmek ve karşılığında bir alkış
bekliyorlar. Benim tanıdığım ve sançtı diyebileceğim kişilerin hemen hemen
hepsinin, insanlara bir şeylerin başka türlü olacağını göstermek gibi bir
amaçları var. Hayata, dünyaya, ilişkilere dair hepsinin bir derdi var ve
insanları heyecanlandırmak istiyorlar. Sanat eserinin en öneli kriteri budur
bence. Şarkı dinlerken heyecanlanıyorsanız, duygulanıyorsanız o sizin için bir
sanat eseridir. Bir fotoğrafa baktığınızda düşünüyorsanız, aklınıza bir soru
takılıyorsa ya da gülümsüyorsanız o sanat eseridir. Sançtı da bunu yapamaya
çalışan kişidir.
Bircan GÜZEL: “Başarılı bir sahne
fotoğrafçısının her şeyden önce başarılı bir fotoğrafçı olması gerekir. Bunun tek yolu da sokaklardan gelmek; iyi bir
sokak yani ’an’ fotoğrafçısı olmaktır” demişsiniz. Sokaklardan gelmenin
fotoğrafa katkısı nedir?
Mehmet ÇAĞLARER: Sokak fotoğrafçılığı insanın reflekslerini
kuvvetlendirir. Sanatçı yalnızca konun peşinden sokağa çıkmıştır ama nerden ne
zaman ne gelecek onu bilmediği için sürekli gözleri dört döner, makinesi,
refleksleri hazırdır. O anı gördüğünde, en iyi ışık ve kadrajla çekmeye çalışır.
Bu şartlarda vücudunu, beynini, gözünü vs. eğiten kişi, sahne fotoğrafçılığında
da, bir sahneden sonra hangi sahnenin gelebileceğini anlar. Mesela, hareketin
akışını takip ederek bir adım sonra dansçılar havaya sıçrayacak ben bunu
yakalamalıyım diyebilir. Ama, sokak fotoğrafçılığı tecrübeniz yoksa bunu
diyemezsiniz. Ya da bir müzisyenin şarkı söylerken bir mimiğini yakalarsınız,
bunu şarkının şu bölümünde bir daha yapacak deyip o ana hazırlanıp çekersiniz.
Sokak fotoğrafçısı değilseniz işiniz biraz zor. Genelde durağan, standart
türden fotoğraflar çıkarırsınız ortaya.
Bircan GÜZEL: Fotoğraf seçiminizdeki
kriterleriniz nelerdir?
Mehmet ÇAĞLARER: Bir konu üzerine bir sergi hazırladığımda
mesela, Son On Dakika diye bir sergim
vardı. Bu sergiyi ben yaklaşık yedi yıllık bir çalışmamın sonucunda ortaya
çıkardım. Yedi yılda her halde beş bine yakın fotoğraf çıkmıştır ortaya. Bu
fotoğraflar arasında seçim yapmak kolay değil tabi bu noktada kriterim şu: Her
bir fotoğrafın hem tek başına bir anlamı olsun hem de o fotoğrafı size
gösterdiğimde beğenin isterim. Aynı zamanda da o serginin bütün fotoğrafları
bir araya geldiğinde ortaya bir hikaye çıksın istiyorum. Fotoğraflar, farklı
kişiler, yerler, zamanlarda çekilmiş olsa da bir araya geldiklerinde bir hikaye
oluşturabilecek şekilde seçmeye özen gösteriyorum.
Bircan GÜZEL: Fotoğraflarınızda
anlatmak istediğiniz bir konu, vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Mehmet ÇAĞLARER: Beni ilgilendiren, çeken konular üzerine
yoğunlaşıyorum ya da birden insanın aklına bir şeyi dert etmek geliyor, onu
fotoğraf aracılığıyla anlatmaya çalışıyorum Aşk halleri, insan halleri, gece
halleri, sahne arkası benim iğlimi çekiyor. Kediler ve çocuklarla ilgili bir
çalışmam da olmuştu. Sokak halleri diye bir çalışma yapıyorum şu an. Eski ve
yani İstanbul’u anlatan, İstanbul halleri diye bir çalışma yapmak istiyorum.
Bircan GÜZEL: Sokaklar sizin için önemli. Neden?
Mehmet ÇAĞLARER: Sokaklar benim için çok önemli. Çünkü; hayat orada.
Bircan GÜZEL: Hey Gidi Sokaklar adlı
fotoğraf sergisi için sokakları gözlemlediniz ve “o eski inançlı, keskin
ifadeler kalmamıştı yüzlerde. Mitingler çok 'terbiyeli, renkli, legal ve
eğlenceli' olmuştu artık; sanki 'party' yerleriydi” demişsiniz. Sokaklardan
beklediniz neydi, gözlemlemiş olduğunuz ‘değişimin’ sebebi nedir sizce?
Mehmet ÇAĞLARER: Hey gidi sokaklardan kastım 12 Eylül darbesinden
önceki dönemde sokak olayları, gösteriler, korsan mitingler, cenaze
törenleriydi. 12 Eylül ve sonrasında
yapılan eylemleri, gösterileri fotoğraflıyordum. Sokaklara bakınca hey gidi
sokalar diyor insan, biz bu sokaklarda neler yapardık, şimdi neler oluyor ne
hale geldi? Yine miting yapılıyor peki ardaki far nedir? Şimdi de mitingleri izliyorum
ama o heyecan, o coşku yok. Bunu en büyük etkisi bence darbe süreciydi, yaşanan
dönemle alakalı bir durumdu. Hangi görüşten olursa olsun, inanan ve inandığını savunan
insanlar var ama zannediyorum yaptıklarından bir sonuç alabileceklerine artık
inanmıyorlar. O dönemlerde inanılırdı, değişimin sebebi de bu bence.
Bircan GÜZEL: Sizin ilgi alanınızın
daha çok sahne arkası, kuliste yaşananlar, gösteri sanatları ve sanatçıları. “O
perdenin arkasında neler olduğunu merak ettim” demişsiniz. O merakınızın sebebi
neydi?
Mehmet ÇAĞLARER: Küçüklükten beri sebebini bilmediğim bir merak vardı
zaten. Ailemle tiyatroya, konsere
gittiğimizde perdenin arkasından insanlar çıkıp bir şeyler yapıyorlar nerden
geliyorlar, sonra nereye gidiyorlar, biz onları görmeden önce onlar arkada ne
yapıyordu, bunları hep merak ettim. Nasıl bir yol çizmeliyim derken, o merakın
soncunda kendimi kuliste buldum.
Bircan GÜZEL: Fotoğrafı fotoğraf yapan unsur nedir? Ben
fotoğrafçıyım, diyen kişinin taşıması gereken özellikler nedir sizce?
Mehmet ÇAĞLARER: Fotoğraf diye gösterilen bir şey için bu fotoğraf ya
da değil diyebilirim ama bu göreceli bir durumdur. Aynı makine ve markayla biri
çeker o fotoğraf olur başkası çeker fotoğraf olmaz. Bunun belli bir matematiği
yok. Fotoğraf sanatçısının taşıması gereken en belirgin özellikler; fotoğrafı
sevecek, yirmi dört saat fotoğraf düşünecek, gözleri rahat durmayacak, etrafı
izleyecek bir şeyler yakalamaya çalışacak, her gördüğü durumdan bir kompozisyon
oluşturmaya çalışacak, teknik konuları zaten halletmiş olacak. Çok film izleyecek,
okuyacak, beynini dolduracak ve en önemlisi bir şeyleri dert edebilecek yüreği
olacak. O yürek olmadı mı ürün fotoğrafçısı olur ve orada kalır.
Bircan GÜZEL: "Profesyonellik,
kişinin icra ettiği mesleği en iyi şekilde yapmasıdır. Ancak sanat bir meslek
değildir. Sanatta profesyonellik yerine "ustalık" demek daha
uygundur" demişsiniz. Sanatı bir meslek olarak görmemenizin sebebi nedir?
Mehmet ÇAĞLARER: Fotoğrafla, para kazanıp hayatınızı
sürdürebilirsiniz ama bu durum onu diğer mesleklerle aynı kategoriye sokmaz. Çünkü;
sanatçının içine bir kurt düşmüşse o parayı kazanmasa da onu yapar. Arada ki
fark bu bence. Bu bütün sançtılar için geçerli. Eğer büyük bir zevk ve emekle
sanatla uğraşıyorsanız bir de para kazanıyorsanız ne mutlu size. Bir mesleği olan
kişi, yalnızca hayatını daha iyi koşullarda sürdürmek için o mesleği seçmiştir.
Ama sanatta başka bir şey var hiçbir sanatçı sanatla tanıştığı ilk günden
itibaren çok para kazanmalıyım demez. Sanatçı zamanla para kazanır ama amacı
para kazanmak değildir.
Bircan GÜZEL: “Keşke orada olsaydım ve fotoğraflasaydım.”
değiniz zamanlar oldu mu?
Mehmet ÇAĞLARER: Rock müziğinin bütün efsane isimlerinin bulunduğu,
bir yandan müzik yapan bir yandan da dünyayı değiştirmeye çalışan, almış sekiz
kuşağının yer aldığı Woodstock festivalini fotoğraflamayı çok isterdim. Bir
yazar, Yavuz Sultan Selim hakkında yazı yazabilir, bir ressam Sezar’ın kendince
portresini yapabilir. Fotoğrafçının böyle bir şansı yok. Mustafa Kemal
Atatürk’ü, Adolf Hitler’i, Mussolini’yi, Aynştayn’ı, Fatih Sulatan Mehmet’i
fotoğraflamayı çok isterdim. Hitler ve Musolini içinde sevgisizlik ve öfke olan
iki insan, onları fotoğraflamak ilginç olurdu. Onları nasıl çekerdim, nasıl bir
poz verdirirdim, nasıl bir ifade yakalardım bunları görmeyi çok isterdim.
Bircan GÜZEL: Doğallığa önem verdiğiniz
için mi sanatçıların heyecanlarını, streslerini, panik anlarını, “Son On Dakika” adlı serginizle
ölümsüzleştirdiniz?
Mehmet ÇAĞLARER: Doğallığa ve sadeliğe çok önem veriyorum. Ben bu işi
sanat olarak algılamaya başladığım dönemden beri çalışmalarımı en sade ve yalın
bir şekilde sunmaya çalıştım. Son On Dakika çalışmasını yapmamın bir nedeni de
izleyiciye; alkışladığın, izlediğin,
bazen burun kıvırıp beğenmediğin gösterinin ardında çok emek ve çalışma var
demekti.
Bircan GÜZEL: Türkiye’de 60’a yakın
Güzel Sanatlar Fakültesi var. Fakülteden mezun olanlar arasında fotoğrafçılık
alanında kendini ispatlamış kişi sayısı sınırlı durumda. Sizce, fotoğraf sanatçısı
olmak yetenek işi midir? Öğretilen bir şey midir?
Mehmet ÇAĞLARER: Picasso; “Sanat bir yetenek artı doksan dokuz çalışma
eşittir yüz sanat eder” diyor. Ama o bir yetenek olmazsa olmaz. Ne kadar
çalışırsan çalış ki bu sanatın bütün dalları içinde geçerli. Yetenek olacak o
yetenekle birlikte yürek olacak. Duyarlı, antenleri açık, dışardan bir şeyler
alan, aldığını tekrar kenedince objektifinden geçirip başka bir şeyler katarak
insanlara sunmak gerekir. Bunun okullarda çok kolay öğretilebileceğini
zannetmiyorum. Görüyorum ben okullardan mezun olanları, okula karşı olduğumdan
değil ama genelde teknik öğretiliyor. Böyle olunca ortaya aynı şeyler çıkıyor.
Sançtılar arasında bir laf vardır, ‘hoca bozar’ diye. Hoca kendisi gibi
kalıplandırmaya çalışıyor. Halbuki, sanat insanın en özgür olduğu alan olmalı. Yeteneğin
yanında teknik eğitim de alınmalı. Teknik eğitimi ister kendi kendine öğrenir
isterse de okulda öğrenir. Ben öğrencilerin yeterince çalıştıklarını da
düşünmüyorum. Üniversitelerin, sanata bir katkıda bulunmak ya da sanatçı
yetiştirmek gibi bir amacı yok. Onlar piyasaya fotoğraf operatörü yetiştirmek
istiyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder